Programlı ve sakin hayattan hoşlananlardanım. Ani değişiklikleri kabul zorluğu yaşarım. Rastgele yaşamayı sevmem. Düzenli hayat tarzı bana kendimi rahat hissettirir. Çabuk heyecanlanmam ve telaş yapmam beğenmediğim ama değiştiremediğim huylarımdan. Belki de bu her zaman hazırlıklı olmak gibi saçma bir alışkanlıktan kaynaklanıyordur. Kusur aramak yerine hoşgörülü bakmanın daha teşvik edici olduğunu düşünürüm. İnsanları kırmaktan, incitmekten hoşlanmam. Kin tutmam ama unutmam da! Sorumluluklarımı çok önemserim. Vazgeçemediğim kötü huylarımdan biri de kırmaktansa kırılmayı kabul etmem. –dedim, -dedi'den hiç hoşlanmam. Sınırlandırılmayı, yasakları zor kabullenirim. Sevgimde sınır yoktur. Çabuk kırılır, incinirim. Hassas ve alınganım. Duygularımın yüzümden okunması da bir sorun. Değiştirebilmeyi isterdim. İnatçı olmadığımı sanıyordum. Farkettim ki inatçı bir karakterim var. Bunu kabul ettim. Sabırsız olduğumu sanıyordum. Sabretmeyi de öğrendim. Sorunların susarak, susturularak değil konuşarak çözüleceğine inanıyorum. Kolay kolay sorun yaratmam. Kabalık, saygısızlık, laubalilik tahammül sınırlarımı zorlar. Küsmeyi çocukça bulurum. Kızdığım, kırıldığım kişiyle arama mesafe koyarım.Yaşamışlığın insana tecrübe kazandırdığını biliyorum. Bu tecrübelerin çoğu zaman teknoloji çağına uymadığını da görüyorum ne yazık ki...
Parkinson hayatıma sessizce girdi. Sık sık şarj olmam gerekiyor. Enerjim çabuk bitiyor. Şu sıralar Parkinson zevklerimi ele geçirmeye, ruhumu köreltmeye çalışıyor. Karabasan gibi fütursuz bir umursamazlık dalgasıyla perde perde üzerime iniyor. Pes etmeyeceğim. İnatçı olmam burada çok işime yarıyor.
Ben demeyi sevmem. Kendimi anlatmaktan, yanlış anlaşılmaktan, hayatıma müdahele edilmesinden, adıma karar verilmesinden hoşlanmam. Bunlar Parkinson'la birlikte iyice artış göstermeye başlayan durumlar. Ancak söz konusu sevdiklerimin istekleri olunca sınırlarımı bilmeme rağmen hayır diyemiyorum. Rahatça hayır diyebilmeyi isterdim. Gereksiz eleştiriler kendimi değersiz hissetmeme sebep olur.
Başkalarının yanında eleştirilmek beni fazlasıyla incitir. Tepki olarak rahatsızlığımın sebebini anlatmaya çalışırım. Bunun adı savunmaya geçmek olursa daha çok sinirlenerek ağlamaya başlarım. Bütün enerjim vakumlanmış gibi pelte olurum. Bütün bu sebeplerle başkalarının hayatlarına, fikirlerine, inançlarına, zevklerine saygılı olmaya çalışırım. Bana yapıldığı gibi kişisel alanlarına müdahale etmemeye dikkat ederim. Empati yapmayı abarttığımı düşünüyorum ve bundan hiç memnun değilim. Sorulursa fikrimi söylerim. Tehlikeli bulursam uyarırım.
Benim için en değerli şeylerin başında ailem gelir. Değerli bir başka şey de zamandır, çünkü gidince geri gelmez. Bu değerli zamanımda hoşuma giden şeyler arasında aile brunchları, tiyatro, yapabildiğim kadar seyahat, yapabildiğim kadar spor, kitap okumak, müzik dinlemek, arkadaşlarımla vakit geçirmek, başka ülkelerin kültürleri, yemekleri ve müziklerinin tadını çıkarmak var. Üzülerek bırakmak zorunda kaldıklarım ise; araba kullanmak, özgürce yalnız hareket edebilmek, alıp başını gidebilmek, sağlıklı insanlar gibi arkadaşlarımla dolaşabilmek vs.....
Toplamda bakarsak tüm düşlediğim huzurlu, telaşsız, kendime göre programlı, belirli aktiviteleri kapsayan bir yaşam tarzı. İşte bu benim hala kurabildiğimden emin olmadığım kendi dünyam....
Ben aşağı yukarı 2012'den beri PARKİNSON hastasıyım.Teşhis konulduktan sonra uzunca bir dönem kabullenme sorunu yaşadım. Kendimi yalnız hissettim. Terapistimin tercümesiyle bulduğumuz yabancı bloglar bana daha insancıl, zor ama yinede yaşanabilir bir hastalık tablosu gösterdi. Bu hastalığı yaşıyan bir sürü insan vardı. Bizde de bu teşhisi alanların benim hissettiklerimi yaşadıklarını varsayarak terapistimin fikir anneliği ile bu bloğu yazmaya karar verdim. YALNIZ DEĞİLSİNİZ! YALNIZ DEĞİLİZ!
27 Ocak 2016 Çarşamba
25 Ocak 2016 Pazartesi
İnsanın açgözlülüğü
Yaşlılık ve yaşla ilgili okuduğum hikayeyi paylaşmak istiyorum. Bu hikaye şu anda basılma aşamasında olan ağabeyimin yazdığı hikaye kitabından. Baybişe (Kırgızlar'da sözü dinlenir yaşlı kadın) etrafındaki çocuklara şöyle bir hikaye anlatır.
"Tanrı o gün yarattıklarına yaş dağıtıyormuş. Önce insanı huzuruna çağırmış. " – Ey insanoğlu! demiş. Sana 30 yıl ömür veriyorum. İnsan itiraz etmiş. Tanrım 30 çok az bana yetmez biraz daha yaş istiyorum. Tanrı ona beklemesini söyleyerek huzuruna atı çağırmış ve ona 50 yıl ömür biçtiğini söylemiş. At itiraz etmiş. "Tanrım eziyetli bir hayatım var. Gece gündüz çalışıyorum. Ömür boyu sırtımda yük taşıyorum. Bu kadar uzun bir ömür yaşamak istemiyorum. Mümkünse birazını alın" demiş. Bunun üzerine Tanrı attan 20 yıl alarak insanın ömrüne eklemiş. İnsan yine ömrünü kısa bulunca Tanrı ona yine bekle demiş. Huzuruna köpeği çağırmış ve ona 40 yıl ömür verdiğini söylemiş. Köpek itiraz edip, "Tanrım demiş o kadar zor bir hayatım var ki, yaşadığım sürece sahibime hizmet ediyorum, çok yoruluyorum nolur ömrümü biraz kısaltın" demiş. Tanrı köpekten 20 yıl alıp, insana vermiş; insan aç gözlü, yine az bulmuş. Sonunda maymunu huzuruna çağırmış. Ona da uzun bir ömür verilmek istense de maymun bunu uzun bularak, "hayatım maskaralıklarla geçiyor. Bu ömür bana yük oluyor. Tanrım bana daha kısa bir ömür biçin" diye yalvarmış. Tanrı ondan da 20 yıl alıp, insana vermiş. Böylelikle aç gözlü insan 90 yıllık yaşama ulaşmış."
Bu hikaye beni etkiledi. Hikayeye göre ben köpek yaşımı yaşıyorum. Ya siz?
"Tanrı o gün yarattıklarına yaş dağıtıyormuş. Önce insanı huzuruna çağırmış. " – Ey insanoğlu! demiş. Sana 30 yıl ömür veriyorum. İnsan itiraz etmiş. Tanrım 30 çok az bana yetmez biraz daha yaş istiyorum. Tanrı ona beklemesini söyleyerek huzuruna atı çağırmış ve ona 50 yıl ömür biçtiğini söylemiş. At itiraz etmiş. "Tanrım eziyetli bir hayatım var. Gece gündüz çalışıyorum. Ömür boyu sırtımda yük taşıyorum. Bu kadar uzun bir ömür yaşamak istemiyorum. Mümkünse birazını alın" demiş. Bunun üzerine Tanrı attan 20 yıl alarak insanın ömrüne eklemiş. İnsan yine ömrünü kısa bulunca Tanrı ona yine bekle demiş. Huzuruna köpeği çağırmış ve ona 40 yıl ömür verdiğini söylemiş. Köpek itiraz edip, "Tanrım demiş o kadar zor bir hayatım var ki, yaşadığım sürece sahibime hizmet ediyorum, çok yoruluyorum nolur ömrümü biraz kısaltın" demiş. Tanrı köpekten 20 yıl alıp, insana vermiş; insan aç gözlü, yine az bulmuş. Sonunda maymunu huzuruna çağırmış. Ona da uzun bir ömür verilmek istense de maymun bunu uzun bularak, "hayatım maskaralıklarla geçiyor. Bu ömür bana yük oluyor. Tanrım bana daha kısa bir ömür biçin" diye yalvarmış. Tanrı ondan da 20 yıl alıp, insana vermiş. Böylelikle aç gözlü insan 90 yıllık yaşama ulaşmış."
Bu hikaye beni etkiledi. Hikayeye göre ben köpek yaşımı yaşıyorum. Ya siz?
21 Ocak 2016 Perşembe
Babaanne oldum!
Bir hayli heyecanlı bir bekleyiş nihayet sona erdi...Güneş bebeğimizin gelişini paylaşmak istiyorum..
Son zamanların en heyecanlı ve en telaşlı dönemini yaşıyorum. Doğum günü geldiğinde arabamız serviste olduğu için kızım geçerken bizi de aldı. Bu arada misafirimiz olan ağabeyimi yolcu ettik. Hastaneye doğru yola koyulduk. Evimizden nerdeyse görünen hastane arabayla git Allah git
bitmedi sanki şehirlerarası yol. Biraz geciktiğimiz için bu sefer de sezaryana girmeden yetişemiyeceğiz diye kendimi koyuverdim. Bir haftanın heyecanı birden boşaldı sanki. Hastaneye gelince kızım arabayı otoparka sokarken, torunumla birlikte arabadan fırlayabildiğim kadar fırladım. Hastaneye girdik. Asansöre koştuk. 7.kata çıkmazmış çıkan başka tarafta onu bulduk. Kata çıktık. O kat değilmiş. 6. katmış. Katı bulduk. Bu seferde otomatik kapı kapalı. Torunumla şimdi ne yapacağız diye bakışırken birisi dışarı çıktı. Biz de açılan kapıdan içeri girdik. Hemşire bankosunda da yaşadığımız karışıklıktan sonra gelinimin odasını bulduk. Allaha şükür yetiştik.
Doğuma girmeden gelinimi ve oğlumu gördüm. Saat 11.12 gibi gelinimi odadan aldılar. Oğlum da doğuma girdi. Güneş bebek 12.06'da dünyaya geldi.
Heyecanlı bekleyişimizden sonra önce baba kız odaya geldi.Onu gördüğüm andaki duygularımı kelimelere sığdırmak bir hayli zor. Her doğan bebek gibi o kadar minik ki mutluluktan akan gözyaşlarım ve onun ağlama sesleri birbirine karıştı. Hepimiz dedeler, hala, anneanne bütün aile onu getiren ve giydiren hemşireninin hareketlerine kitlendik. Güneş dünyaya gelmenin şaşkınlığı içinde ağlıyordu. Güneşimiz 48 cm, 2700 gram ve oldukça yaygaracı. O kadar ses nasıl çıkıyor diye insan şaşırıyor. Gelinimin odaya getirilmesi uzun bir bekleyişten sonra oldu.
Güneş'i kucağıma alınca dünyalar benim oldu. Allah'a bugünü gösterdiği için şükür ettim
Son zamanların en heyecanlı ve en telaşlı dönemini yaşıyorum. Doğum günü geldiğinde arabamız serviste olduğu için kızım geçerken bizi de aldı. Bu arada misafirimiz olan ağabeyimi yolcu ettik. Hastaneye doğru yola koyulduk. Evimizden nerdeyse görünen hastane arabayla git Allah git
bitmedi sanki şehirlerarası yol. Biraz geciktiğimiz için bu sefer de sezaryana girmeden yetişemiyeceğiz diye kendimi koyuverdim. Bir haftanın heyecanı birden boşaldı sanki. Hastaneye gelince kızım arabayı otoparka sokarken, torunumla birlikte arabadan fırlayabildiğim kadar fırladım. Hastaneye girdik. Asansöre koştuk. 7.kata çıkmazmış çıkan başka tarafta onu bulduk. Kata çıktık. O kat değilmiş. 6. katmış. Katı bulduk. Bu seferde otomatik kapı kapalı. Torunumla şimdi ne yapacağız diye bakışırken birisi dışarı çıktı. Biz de açılan kapıdan içeri girdik. Hemşire bankosunda da yaşadığımız karışıklıktan sonra gelinimin odasını bulduk. Allaha şükür yetiştik.
Doğuma girmeden gelinimi ve oğlumu gördüm. Saat 11.12 gibi gelinimi odadan aldılar. Oğlum da doğuma girdi. Güneş bebek 12.06'da dünyaya geldi.
Heyecanlı bekleyişimizden sonra önce baba kız odaya geldi.Onu gördüğüm andaki duygularımı kelimelere sığdırmak bir hayli zor. Her doğan bebek gibi o kadar minik ki mutluluktan akan gözyaşlarım ve onun ağlama sesleri birbirine karıştı. Hepimiz dedeler, hala, anneanne bütün aile onu getiren ve giydiren hemşireninin hareketlerine kitlendik. Güneş dünyaya gelmenin şaşkınlığı içinde ağlıyordu. Güneşimiz 48 cm, 2700 gram ve oldukça yaygaracı. O kadar ses nasıl çıkıyor diye insan şaşırıyor. Gelinimin odaya getirilmesi uzun bir bekleyişten sonra oldu.
Güneş'i kucağıma alınca dünyalar benim oldu. Allah'a bugünü gösterdiği için şükür ettim
11 Ocak 2016 Pazartesi
Yine mi haftasonu?
Gençlik yıllarımda ne kadar çok şey olurdu haftasonları yapılması gereken. Çocukların dersleri, alışveriş, birlikte gidilecek yerler vs.vs. Şimdi nedendir bilmem haftasonları yapacak şey bulmakta biraz zorlanıyorum. Ayrıca haftasonu çabucak geliveriyor ve bitmek bilmiyor. Kış mevsimini yaşadığımız şu günlerde dışarıda olmayı tercih etmiyorum. Hele haftasonları hiç istemiyorum. Evde olmak ev kedileri gibi miskinlik yapmak fikri mevcut… Bunu biraz tahlil etmem gerekiyor. Miskinlik yapmak yatıp yatıp kalkmaksa ben yapamam. Hasta değilim ki, boş boş oturamam sıkılırım. Haftasonları evde olmak hoşuma gidecek bir şey yapmak şartıyla güzel. Eşim Cumartesi de olsa Pazar da olsa özel bir durum olmadıkça aynı saatte evden çıkar. Cumartesi yardımcımızın da izin günü. Ev bana kalıyor.
Biraz yaramazlık yapabilirim. Mesela yardımsız bir kek yapmayı denesem. Bu fikir bayağı hoş geldi. Ev boşaldı. Mutfağa girdim. Keki yaptım. Fena olmadı. Kabardı. Tadı da güzel. Kocaman bir parçayı kahveyle götürdüm. Mutfağı da toparladım. Sadece fırın tepsisini yıkayamadım.Yardımcıma bıraktım. Belki siz denemek istersiniz. Tarifimi paylaşıyorum.
Cumartesi yaramazlığı keki
4 su bardağı un, 3 yumurta, 2 su bardağına yakın toz şeker, 1 su bardağı süt veya yoğurt,1 su bardağı sıvıyağ, 1 paket kabartma tozu. Hepsini bir kaba koyup, iyice çırp.Yağladığın kek kalıbına dökerek ısınan fırına koy. 170 derecede 30-35 dakika pişir.
Biraz yaramazlık yapabilirim. Mesela yardımsız bir kek yapmayı denesem. Bu fikir bayağı hoş geldi. Ev boşaldı. Mutfağa girdim. Keki yaptım. Fena olmadı. Kabardı. Tadı da güzel. Kocaman bir parçayı kahveyle götürdüm. Mutfağı da toparladım. Sadece fırın tepsisini yıkayamadım.Yardımcıma bıraktım. Belki siz denemek istersiniz. Tarifimi paylaşıyorum.
Cumartesi yaramazlığı keki
4 su bardağı un, 3 yumurta, 2 su bardağına yakın toz şeker, 1 su bardağı süt veya yoğurt,1 su bardağı sıvıyağ, 1 paket kabartma tozu. Hepsini bir kaba koyup, iyice çırp.Yağladığın kek kalıbına dökerek ısınan fırına koy. 170 derecede 30-35 dakika pişir.
8 Ocak 2016 Cuma
Yaşlanmak mı? O da ne?
Yeniyılın ilk soruları: Yaşlanmak nedir? Nasıl yaşlanmalı? Bu
işin doğrusu eğrisi var mı?
Bana göre yaşlanmak biriken anı ve deneyimlerin ürünlerini
toplamak gibi bir şey. Kendim için konuşmam gerekirse çocuklarımın büyüdüğünü
görmek, torun torba sahibi olmak.
İlerleyen yaşla birlikte daha hassaslaştığımın, kırılganlaştığımın
farkındayım. Belki biraz da huysuzlaşmış olabilirim. Ailemle görüşürken aklımın
bir köşesinden "daha kaç kere görebileceğim" gibi garip düşünceler geçiyor. Garip
diyorum çünkü her ne kadar ülkemizde 50 yaşını geçene “yakında yolcudur Abbas”
gözüyle bakılsa da yurtdışında emeklilik yaşı daha 62-65 civarlarında. Yani ben
daha taze emekli olurum o gözle bakarsak. Daha emekliliğin tadını çıkarmak
lazım. Bardak muhabbeti malum….dolu mu, boş mu, ağır mı, hafif mi? Benim bakış
açım değişken. Kimi zaman yaşanmışlıkla gelen hediyelerim (tansiyon, vb.) ve
Bay P. bardağı dopdolu ve ağır gösterirken, kimi zaman ikinci çocukluk
yaşamanın (inanılmaz) hafifliğini yaşıyorum.
Nitekim yaş ilerliyor. Yapmak istediklerimizi yaşla gelen
yapılabilirlik süzgecinden geçirerek karar vermemiz gerekiyor. “Ama benim ruhum
genç.” diyenlere vücutlarına da bir kulak vermelerini öneririm. Bu eve kapanmak
veya hayattan keyif alamamak demek değil. Her yaşanmışlık kendi içinde güzel.
Elbette gençliğimizde fırsat bulamadığımız şeylere ancak sıra geldi. Fakat
kabul etmek lazım ki bazılarının yapılabilirliği de yaş ile birlikte geçip,
gitmiş olabilir.
Benim kendimle ilgili değerlendirmelerim bütün yaş alan
kişilere genelleme olamıyor tabi ki. Malum benim bohça yamalı ve sürekli eklenen
yamalarım var. Fakat bir de genel olarak bilinen belli yaşlarla gelen değişiklikler
var. Kas yapımız zayıflıyor. Hareketlerimiz yavaşlıyor. Daha çabuk yoruluyoruz. Öte yandan da ama bilgi birikimimizle bu
zayıf noktalarımızı telafi edebiliyoruz. Bir sürü kompanse edebileceğimiz yeti
edinmemizin meyvelerini topluyoruz yani.
Çocukluğuma dönüp düşündüğüm zaman hatırlarım 30-40 yaşındakiler
torun torba sahibi olup, yaşlı büyükhanım olarak saygı görürlerdi. Görünümlerinde de kendini bırakmışlık ve “ben
artık yaşlandım yavrum” diyen giyim tarzı etkili olurdu. Geçen zamanla hanımlar
okudular iş, meslek, kariyer sahibi oldular. Modernleştiler, bilinçlendiler. Yaşlanmaktan
değil, yaşlı görünmekten korkar oldular. Bu da kaporta iyi, organlar formunda değil
durumu yaratarak bazen genç bazen yaşlı sanılmalara yol açtı. Ruhsal durum
kararsız kaldı. Yaşla gelen değişimi sindiremeyenler depresyona girdi.
Sonuç olarak nasıl yaşlanmalı soruma şöyle bir formül
düşündüm; Hobilerimizden vazgeçmeden gücümüz nispetinde zevk almaya devam
etmeliyiz. Mesela; gençken bahçede çalışmaktan toprakla uğraşmaktan zevk
alıyorsak, aynı zevki balkon saksılarıyla uğraşırken yada evimizdeki
salonumuzdaki saksı çiçekleriyle uğraşarak da alabiliriz. Keyif aldığımız şey
önemli işin boyutları değil. Senelerce düzenli spor yaptıysan ama artık eskisi gibi yapamıyorsan "benden geçti" demek yerine ne yapabildiğine ve ne kadarını yapabildiğine göre değiştirebilirsin. Yemek yapmayı seviyorsan yardım
alarak yine yapabilirsin. Bunlar işe yaradığın hissini ve hayata bağlanmanı sağlıyor
bence. Mesela ben seneler sonra çocuklarımın isteği üzerine eskiden çok
sevdikleri pastayı yaptım. O kadar sevindiler ki, hem onlar mutlu oldu hem ben. Ayrıca
bulmaca çözdüğümü de belirtmeliyim. İnsan yaşlanınca zamanın kıymetini daha iyi
anlıyor.
Zaman zaman ben de depresyona giriyorum. Terapistim ve bana
yarattığı uğraşlar sayesinde tekrar çıkabiliyorum. İyi ve güzel bir yaşlılık dönemi
yaşadığımı düşünüyorum. Teknolojiyle
aram iyi sayılır. Sıkıştığım
zaman da genelde bir yardım gönüllüsü bulabiliyorum. Sağolsun gençlerim… Teknolojik aletler (büyük
oyuncakları) hayatıma rahatlık, hoşluk ve renk katıyorlar. Ayrıca hayatıma güzellikler katan bana değişik
pencereler açıp, değişik deneyimler yaşatan harika bir terapistim var.
Açıkçası
ben “Bu son fasıldır ey ömrüm; Nasıl geçersen geç” yerine “ikinci bahar yaşıyor
ömrüm “ demeyi tercih ediyorum.
3 Ocak 2016 Pazar
Eski yıl giderken...
Sabah
kalkınca hemen pencerenin yanına giderek yağan kara baktım. Biraz tipi gibi yağıyor. Meteoroloji ara ara soğuk ve kar
uyarısı yaptığı için yollar oldukça boş. Hava gerçekten soğuk. Kaloriferler
cayır cayır yanıyor. Ev sıcacık. Bu durumda kar seyretmek çok güzel geldi.Senelerdir yeni yıla
karlı girmemiştik. Doğru çıkarsa haftasonuna kadar kar yağışı devam edecekmiş.
Yeni yıla evimizde eşim, ben ve yardımcımız birlikte gireceğiz. Soframız yılbaşı
sofrası olacak ama misafirimiz yok. Sakin
ve telaşsızım. Kendimi bomboş hissediyorum. Galiba bomboş olmayı da özlemişim.
Yılbaşında
evde olmak kişisel tercihim..
Zaten
eşimle ortak düşüncemize göre diğer akşamlardan farkı yok. Normal saatte
yemeğimizi yedik. Bir zamanlar çok eğlendiğimiz evin dışındaki yeni yıl
kutlamalarını artık isteyemiyorum, istemiyorum. Nedenlerini tahmin edeceğinizi
düşünüyorum.( Şimdiki durumumda uyamayacağım bir sürü sorun yaratır.)
Genç
ve sağlıklı iken her şeyin tadı daha
başka…..Şimdi daha sakin dingin bir hayatım var.Gençlerin ptt dediği pijama, terlik,
tv kombinasyonu bana daha uygun.Bu seneki yılbaşının geçmiş yılbaşılardan farkı
ağaç süsleme ile ilgili sansürümüz kalktı. Yardımcımla birlikte hemen bu
fırsatı değerlendirdik. Evdeki saksı bitkilerinden ağaç boyutunda ve görünümünde
olan Benjamin’i yılbaşı ağacı olarak süsledik. Böylece yıllar
sonra ilk defa renkli süsleri,yanıp sönen renkli ışıklarıyla çakma da olsa bir
yılbaşı ağacım oldu.İnanması güç fakat çocukça bir sevinç duydum. Karşısına
oturup seyretmek hoşuma gitti.
Yemekten
sonra zaplayarak o kanal senin bu kanal benim modunda tv seyretmeye
başladık.Saat 12.00 olurken parkta ve caddede atılan havai fişeklerin birbirinden
güzel muhteşem görüntüleri içinde yeni yıla girdik. O an yeni yılın hayatımıza
neler getireceğini ve neler götüreceğini
merak ettim. Yinede hoşgeldin yeni yıl diye mırıldandım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)