27 Ocak 2016 Çarşamba

Benim dünyam...

Programlı ve sakin hayattan hoşlananlardanım. Ani değişiklikleri kabul zorluğu yaşarım. Rastgele yaşamayı sevmem. Düzenli hayat tarzı bana kendimi rahat hissettirir. Çabuk heyecanlanmam ve telaş yapmam beğenmediğim ama değiştiremediğim huylarımdan. Belki de bu her zaman hazırlıklı olmak gibi saçma bir alışkanlıktan kaynaklanıyordur. Kusur aramak yerine hoşgörülü bakmanın daha teşvik edici olduğunu düşünürüm. İnsanları kırmaktan, incitmekten hoşlanmam. Kin tutmam ama unutmam da! Sorumluluklarımı çok önemserim. Vazgeçemediğim kötü  huylarımdan biri de kırmaktansa kırılmayı kabul etmem. –dedim, -dedi'den hiç hoşlanmam. Sınırlandırılmayı, yasakları zor kabullenirim. Sevgimde sınır yoktur. Çabuk kırılır, incinirim. Hassas ve alınganım. Duygularımın yüzümden okunması da bir sorun. Değiştirebilmeyi isterdim. İnatçı olmadığımı sanıyordum. Farkettim ki inatçı bir karakterim var. Bunu kabul ettim. Sabırsız olduğumu sanıyordum. Sabretmeyi de öğrendim. Sorunların susarak, susturularak değil konuşarak çözüleceğine inanıyorum. Kolay kolay sorun yaratmam. Kabalık, saygısızlık, laubalilik tahammül sınırlarımı zorlar. Küsmeyi çocukça bulurum. Kızdığım, kırıldığım kişiyle arama mesafe koyarım.Yaşamışlığın insana tecrübe kazandırdığını biliyorum. Bu tecrübelerin çoğu zaman teknoloji çağına uymadığını da görüyorum ne yazık ki...

Parkinson hayatıma sessizce girdi. Sık sık şarj olmam gerekiyor. Enerjim çabuk bitiyor. Şu sıralar Parkinson zevklerimi ele geçirmeye, ruhumu köreltmeye çalışıyor. Karabasan gibi fütursuz bir umursamazlık dalgasıyla perde perde üzerime iniyor. Pes etmeyeceğim. İnatçı olmam burada çok işime yarıyor.

Ben demeyi sevmem. Kendimi anlatmaktan, yanlış anlaşılmaktan, hayatıma müdahele edilmesinden, adıma karar verilmesinden hoşlanmam. Bunlar Parkinson'la birlikte iyice artış göstermeye başlayan durumlar. Ancak söz konusu sevdiklerimin istekleri olunca sınırlarımı bilmeme rağmen hayır diyemiyorum. Rahatça hayır diyebilmeyi isterdim. Gereksiz eleştiriler kendimi değersiz hissetmeme sebep olur.


Başkalarının yanında eleştirilmek beni fazlasıyla incitir. Tepki olarak rahatsızlığımın sebebini anlatmaya çalışırım. Bunun adı savunmaya geçmek olursa daha çok sinirlenerek ağlamaya başlarım. Bütün enerjim vakumlanmış gibi pelte olurum. Bütün bu sebeplerle başkalarının hayatlarına, fikirlerine, inançlarına, zevklerine saygılı olmaya çalışırım. Bana yapıldığı gibi kişisel alanlarına müdahale etmemeye dikkat ederim. Empati yapmayı  abarttığımı düşünüyorum ve bundan hiç memnun değilim. Sorulursa fikrimi söylerim. Tehlikeli bulursam uyarırım.




Benim için en değerli şeylerin başında ailem gelir. Değerli bir başka şey de zamandır, çünkü gidince geri gelmez. Bu değerli zamanımda hoşuma giden şeyler arasında aile brunchları, tiyatro, yapabildiğim kadar seyahat, yapabildiğim kadar spor, kitap okumak, müzik dinlemek, arkadaşlarımla vakit geçirmek, başka ülkelerin kültürleri, yemekleri ve müziklerinin tadını çıkarmak var. Üzülerek  bırakmak zorunda kaldıklarım ise; araba  kullanmak, özgürce yalnız hareket edebilmek, alıp başını gidebilmek, sağlıklı insanlar gibi arkadaşlarımla dolaşabilmek vs.....

Toplamda bakarsak tüm düşlediğim huzurlu, telaşsız, kendime göre programlı, belirli aktiviteleri kapsayan bir yaşam tarzı. İşte bu benim hala kurabildiğimden emin olmadığım kendi dünyam....

25 Ocak 2016 Pazartesi

İnsanın açgözlülüğü

Yaşlılık ve yaşla ilgili okuduğum hikayeyi paylaşmak istiyorum. Bu hikaye şu anda basılma aşamasında olan ağabeyimin yazdığı  hikaye kitabındanBaybişe (Kırgızlar'da sözü dinlenir yaşlı kadın) etrafındaki çocuklara şöyle bir hikaye anlatır. 

"Tanrı o gün yarattıklarına yaş dağıtıyormuş. Önce insanı huzuruna çağırmış. " – Ey insanoğlu! demiş. Sana 30 yıl ömür veriyorum. İnsan itiraz etmiş. Tanrım 30 çok az bana yetmez biraz daha yaş istiyorum. Tanrı ona beklemesini söyleyerek huzuruna atı çağırmış ve ona 50 yıl ömür biçtiğini söylemiş. At itiraz etmiş. "Tanrım eziyetli bir hayatım varGece gündüz çalışıyorum. Ömür boyu sırtımda yük taşıyorum. Bu kadar uzun bir ömür yaşamak  istemiyorum. Mümkünse birazını alın" demiş. Bunun üzerine Tanrı  attan 20 yıl alarak insanın ömrüne eklemiş. İnsan yine ömrünü kısa bulunca Tanrı ona yine bekle demiş. Huzuruna köpeği çağırmış ve ona 40 yıl ömür verdiğini söylemiş. Köpek itiraz edip, "Tanrım demiş o kadar zor bir hayatım var ki, yaşadığım sürece sahibime hizmet ediyorum, çok yoruluyorum nolur ömrümü biraz kısaltın" demişTanrı köpekten 20 yıl alıp, insana vermiş; insan aç gözlü, yine az bulmuş. Sonunda maymunu huzuruna çağırmış. Ona da  uzun bir ömür verilmek istense de maymun bunu uzun bularak, "hayatım maskaralıklarla geçiyor. Bu ömür bana yük oluyor. Tanrım bana daha kısa bir ömür biçin" diye yalvarmış. Tanrı ondan da 20 yıl alıp, insana vermiş. Böylelikle aç gözlü insan 90 yıllık yaşama ulaşmış." 



Bu hikaye beni etkiledi. Hikayeye göre ben köpek yaşımı yaşıyorum. Ya siz?

21 Ocak 2016 Perşembe

Babaanne oldum!

Bir hayli heyecanlı bir bekleyiş nihayet sona erdi...Güneş bebeğimizin gelişini paylaşmak istiyorum..


Son zamanların en heyecanlı ve en telaşlı dönemini  yaşıyorum. Doğum günü geldiğinde arabamız serviste olduğu için kızım geçerken bizi de aldı. Bu arada misafirimiz olan ağabeyimi yolcu ettik. Hastaneye doğru yola koyulduk. Evimizden nerdeyse görünen hastane arabayla git Allah git
bitmedi sanki şehirlerarası yol. Biraz geciktiğimiz için bu sefer de sezaryana girmeden yetişemiyeceğiz diye kendimi koyuverdim. Bir haftanın heyecanı birden boşaldı sanki. Hastaneye gelince kızım arabayı otoparka sokarken, torunumla birlikte arabadan fırlayabildiğim kadar fırladım. Hastaneye girdik. Asansöre koştuk. 7.kata çıkmazmış çıkan başka tarafta onu bulduk. Kata  çıktık. O kat değilmiş. 6. katmış. Katı bulduk. Bu seferde otomatik kapı kapalı. Torunumla şimdi  ne yapacağız diye bakışırken birisi dışarı çıktı. Biz de açılan kapıdan içeri girdik. Hemşire bankosunda da yaşadığımız karışıklıktan sonra  gelinimin odasını bulduk. Allaha şükür yetiştik.

Doğuma girmeden gelinimi ve oğlumu gördüm. Saat 11.12 gibi gelinimi odadan aldılar. Oğlum da  doğuma girdi. Güneş bebek 12.06'da  dünyaya geldi.

Heyecanlı bekleyişimizden sonra önce baba kız odaya geldi.Onu gördüğüm andaki duygularımı kelimelere sığdırmak bir hayli zor. Her doğan bebek gibi o kadar minik ki mutluluktan akan gözyaşlarım  ve onun ağlama sesleri birbirine karıştı. Hepimiz dedeler, hala, anneanne bütün aile onu getiren ve giydiren hemşireninin hareketlerine kitlendik. Güneş dünyaya gelmenin şaşkınlığı içinde  ağlıyordu. Güneşimiz 48 cm, 2700 gram ve oldukça yaygaracı. O kadar ses nasıl çıkıyor diye insan şaşırıyor. Gelinimin odaya getirilmesi uzun bir bekleyişten sonra oldu.

Güneş'i  kucağıma alınca dünyalar benim oldu. Allah'a bugünü gösterdiği için şükür ettim

11 Ocak 2016 Pazartesi

Yine mi haftasonu?

Gençlik yıllarımda ne kadar çok şey olurdu haftasonları yapılması gereken. Çocukların dersleri, alışveriş, birlikte gidilecek yerler vs.vs. Şimdi nedendir bilmem  haftasonları yapacak şey bulmakta biraz zorlanıyorum. Ayrıca haftasonu  çabucak geliveriyor ve bitmek bilmiyor. Kış mevsimini  yaşadığımız şu günlerde  dışarıda olmayı tercih etmiyorum. Hele haftasonları hiç istemiyorum. Evde olmak ev kedileri gibi miskinlik yapmak fikri mevcut… Bunu biraz tahlil etmem gerekiyor. Miskinlik yapmak  yatıp yatıp kalkmaksa ben yapamam. Hasta değilim ki, boş boş oturamam sıkılırım. Haftasonları evde olmak hoşuma  gidecek bir şey yapmak şartıyla güzel. Eşim Cumartesi de olsa Pazar da olsa özel bir durum olmadıkça aynı saatte evden çıkar. Cumartesi yardımcımızın da izin günü. Ev  bana kalıyor.

Biraz yaramazlık yapabilirim. Mesela  yardımsız bir kek yapmayı denesem. Bu fikir bayağı hoş geldi.   Ev boşaldı. Mutfağa girdim. Keki yaptım. Fena olmadı. Kabardı. Tadı da güzel. Kocaman bir parçayı  kahveyle götürdüm. Mutfağı da toparladım. Sadece fırın tepsisini yıkayamadım.Yardımcıma bıraktım. Belki siz denemek istersiniz. Tarifimi paylaşıyorum.

Cumartesi yaramazlığı keki
4 su bardağı un, 3 yumurta, 2 su bardağına yakın toz şeker, 1 su bardağı süt veya yoğurt,1 su bardağı sıvıyağ, 1 paket kabartma tozu. Hepsini bir kaba koyup, iyice çırp.Yağladığın kek kalıbına dökerek ısınan fırına koy. 170 derecede 30-35 dakika pişir.

8 Ocak 2016 Cuma

Yaşlanmak mı? O da ne?

Yeniyılın ilk soruları: Yaşlanmak nedir? Nasıl yaşlanmalı? Bu işin doğrusu eğrisi var mı?

Bana göre yaşlanmak biriken anı ve deneyimlerin ürünlerini toplamak gibi bir şey. Kendim için konuşmam gerekirse çocuklarımın büyüdüğünü görmek, torun torba sahibi olmak.

İlerleyen yaşla birlikte daha hassaslaştığımın, kırılganlaştığımın farkındayım. Belki biraz da huysuzlaşmış olabilirim. Ailemle görüşürken aklımın bir köşesinden "daha kaç kere görebileceğim" gibi garip düşünceler geçiyor. Garip diyorum çünkü her ne kadar ülkemizde 50 yaşını geçene “yakında yolcudur Abbas” gözüyle bakılsa da yurtdışında emeklilik yaşı daha 62-65 civarlarında. Yani ben daha taze emekli olurum o gözle bakarsak. Daha emekliliğin tadını çıkarmak lazım. Bardak muhabbeti malum….dolu mu, boş mu, ağır mı, hafif mi? Benim bakış açım değişken. Kimi zaman yaşanmışlıkla gelen hediyelerim (tansiyon, vb.) ve Bay P. bardağı dopdolu ve ağır gösterirken, kimi zaman ikinci çocukluk yaşamanın (inanılmaz) hafifliğini yaşıyorum.


Nitekim yaş ilerliyor. Yapmak istediklerimizi yaşla gelen yapılabilirlik süzgecinden geçirerek karar vermemiz gerekiyor. “Ama benim ruhum genç.” diyenlere vücutlarına da bir kulak vermelerini öneririm. Bu eve kapanmak veya hayattan keyif alamamak demek değil. Her yaşanmışlık kendi içinde güzel. Elbette gençliğimizde fırsat bulamadığımız şeylere ancak sıra geldi. Fakat kabul etmek lazım ki bazılarının yapılabilirliği de yaş ile birlikte geçip, gitmiş olabilir.

Benim kendimle ilgili değerlendirmelerim bütün yaş alan kişilere genelleme olamıyor tabi ki. Malum benim bohça yamalı ve sürekli eklenen yamalarım var. Fakat bir de genel olarak bilinen belli yaşlarla gelen değişiklikler var. Kas yapımız zayıflıyor. Hareketlerimiz yavaşlıyor. Daha çabuk yoruluyoruz.  Öte yandan da ama bilgi birikimimizle bu zayıf noktalarımızı telafi edebiliyoruz. Bir sürü kompanse edebileceğimiz yeti edinmemizin meyvelerini topluyoruz yani.


Çocukluğuma dönüp düşündüğüm zaman hatırlarım 30-40 yaşındakiler torun torba sahibi olup, yaşlı büyükhanım olarak saygı görürlerdi.  Görünümlerinde de kendini bırakmışlık ve “ben artık yaşlandım yavrum” diyen giyim tarzı etkili olurdu. Geçen zamanla hanımlar okudular iş, meslek, kariyer sahibi oldular. Modernleştiler, bilinçlendiler. Yaşlanmaktan değil, yaşlı görünmekten korkar oldular. Bu da kaporta iyi, organlar formunda değil durumu yaratarak bazen genç bazen yaşlı sanılmalara yol açtı. Ruhsal durum kararsız kaldı. Yaşla gelen değişimi sindiremeyenler depresyona girdi.

Sonuç olarak nasıl yaşlanmalı soruma şöyle bir formül düşündüm; Hobilerimizden vazgeçmeden gücümüz nispetinde zevk almaya devam etmeliyiz. Mesela; gençken bahçede çalışmaktan toprakla uğraşmaktan zevk alıyorsak, aynı zevki balkon saksılarıyla uğraşırken yada evimizdeki salonumuzdaki saksı çiçekleriyle uğraşarak da alabiliriz. Keyif aldığımız şey önemli işin boyutları değil. Senelerce düzenli spor yaptıysan ama artık eskisi gibi yapamıyorsan "benden geçti" demek yerine ne yapabildiğine ve ne kadarını yapabildiğine göre değiştirebilirsin. Yemek yapmayı seviyorsan yardım alarak yine yapabilirsin. Bunlar işe yaradığın hissini ve hayata bağlanmanı sağlıyor bence. Mesela ben seneler sonra çocuklarımın isteği üzerine eskiden çok sevdikleri pastayı yaptım. O kadar sevindiler ki, hem onlar mutlu oldu hem ben. Ayrıca bulmaca çözdüğümü de belirtmeliyim. İnsan yaşlanınca zamanın kıymetini daha iyi anlıyor.


Zaman zaman ben de depresyona giriyorum. Terapistim ve bana yarattığı uğraşlar sayesinde tekrar çıkabiliyorum. İyi ve güzel bir yaşlılık dönemi yaşadığımı düşünüyorum. Teknolojiyle  aram  iyi sayılır. Sıkıştığım zaman da genelde bir yardım gönüllüsü bulabiliyorum. Sağolsun  gençlerim… Teknolojik aletler (büyük oyuncakları) hayatıma rahatlık, hoşluk ve renk katıyorlar. Ayrıca  hayatıma güzellikler katan bana değişik pencereler açıp, değişik deneyimler yaşatan harika bir terapistim var. 

Açıkçası ben “Bu son fasıldır ey ömrüm; Nasıl geçersen geç” yerine “ikinci bahar yaşıyor ömrüm “ demeyi tercih ediyorum.

3 Ocak 2016 Pazar

Eski yıl giderken...

Sabah kalkınca hemen pencerenin yanına giderek yağan kara baktım. Biraz tipi gibi  yağıyor. Meteoroloji ara ara soğuk ve kar uyarısı yaptığı için yollar oldukça boş. Hava gerçekten soğuk. Kaloriferler cayır cayır yanıyor. Ev sıcacık. Bu durumda kar seyretmek çok güzel geldi.Senelerdir yeni yıla karlı girmemiştik. Doğru çıkarsa haftasonuna kadar kar yağışı devam edecekmiş. Yeni yıla evimizde eşim, ben ve yardımcımız birlikte gireceğiz. Soframız yılbaşı sofrası olacak ama misafirimiz  yok. Sakin ve telaşsızım. Kendimi bomboş hissediyorum. Galiba bomboş olmayı da özlemişim. 

Yılbaşında evde olmak kişisel tercihim..

Zaten eşimle ortak düşüncemize göre diğer akşamlardan farkı yok. Normal saatte yemeğimizi yedik. Bir zamanlar çok eğlendiğimiz evin dışındaki yeni yıl kutlamalarını artık isteyemiyorum, istemiyorum. Nedenlerini tahmin edeceğinizi düşünüyorum.( Şimdiki durumumda uyamayacağım bir sürü sorun yaratır.)

Genç ve  sağlıklı iken her şeyin tadı daha başka…..Şimdi daha sakin dingin bir hayatım var.Gençlerin ptt dediği pijama, terlik, tv kombinasyonu bana daha uygun.Bu seneki yılbaşının geçmiş yılbaşılardan farkı ağaç süsleme ile ilgili sansürümüz kalktı. Yardımcımla birlikte hemen bu fırsatı değerlendirdik. Evdeki saksı bitkilerinden ağaç boyutunda ve görünümünde olan  Benjamin’i  yılbaşı ağacı olarak süsledik. Böylece yıllar sonra ilk defa renkli süsleri,yanıp sönen renkli ışıklarıyla çakma da olsa bir yılbaşı ağacım oldu.İnanması güç fakat çocukça bir sevinç duydum. Karşısına oturup seyretmek hoşuma gitti.


Yemekten sonra zaplayarak o kanal senin bu kanal benim modunda tv seyretmeye başladık.Saat 12.00 olurken parkta ve caddede atılan havai fişeklerin birbirinden güzel muhteşem görüntüleri içinde yeni yıla girdik. O an yeni yılın hayatımıza neler  getireceğini ve neler götüreceğini merak ettim. Yinede hoşgeldin yeni yıl diye mırıldandım.