30 Ağustos 2016 Salı

Benden komando olmaz!

Yaşım itibarıyla gençlik yıllarımı geride bırakmaya başladığımı farkındayım. Herkes gibi ben de hatalar yaptım. Bu hataların  en önemlisi bence yaşam felsefemi yanlış temel üzerine oturtmam oldu. Yıllar içinde bu temelin üzerine katlar çıktım. Hastalanınca bina çöktü. Ben de altında kaldım.

Nerede hata yaptım diye düşünürken şunu fark ettim. Hayatımın içinde ben yoktum. Eşim vardı. Çocuklarım vardı. Eşimin ailesi vardı. Benim ailem vardı. Konu komşu, arkadaşlar olması gereken veya gerekmeyen herkes vardı. Bir ben yoktum. Mutluluğum herkesin mutlu olmasına bağlıydı. Öncelik  eşime ve çocuklarıma ait olmakla birlikte  etraf, içinde yaşadığım toplum(elalem) ne der sorusu da başlı başına önemli  bir  konuydu.

Sonuçta ne oldu? Kendi hayatımın içinde olmayan ben adanmış hayatın içinde kayboldum. Kimseyi mutlu edemedim. Yoruldum, sıkıldım, usandım. Yıllar böyle geçti.



Yalnızca adanmış hayat değil, benim kendi hayatım da var. Yaşayan her canlı gibi ihtiyaçlarım var. Ben değerliyim. Benim mutluluğum da herkesinki kadar önemli. Ben kendimi ve değerimi bilirsem, iyi ve mutlu olursam başkalarına daha sağlıklı  yardım edebilirim. Aile her zaman önemli fakat elalemin ne dediği aslında pek de önemli değil!

Bütün bunları yazıyorum ama henüz söylediklerime tam olarak kendim de inanamıyorum. Bunca yılın getirmiş olduğu alışkanlıklar sürekli aradan fırlıyor. Yoruldum, usandımların arkasından değerim olsa diyesim geliyor. Hala iki olumsuz bir olumlu yapıyormuş gibi hareket ediyorum. Halbuki tek olumlu olsa, ben değerliyim ve benim yerim de herkes kadar önemli derken kendim de gerçekten inansam hayata daha farklı bakabilirim....


Hadi bakalım, gazamız mübarek olsun!

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Öfke kontrolü

Yazımın konusu bu olunca nasıl başlayacağımı bilemedim. Acaba öfkelenmemi mi beklesem? Bence bu biraz tavuk mu yumurtadan, yumurtamı  tavuktan çıkar karmaşasına benziyor.   Öfkemi kontrol edemiyorum.

Öfkelenmek insanın sınırlarının ihlal gösteriyor benim için. Konunun bildiğim tarafından başlıyorum. Kendimden örneklemeler yapmak istiyorum. Öfkelendiğim gözüm bir şey görmüyor. Kendimi kızgın boğa gibi hissetmeye başlıyorum.  Buz gibi terliyorum.Önce sararıyorum sonra kızarıyorum. Kalbim deli gibi atıyor. Nabzım kafamın içinde atmaya başlıyor. Boğazımı bir yumru tıkıyor. Aldığım nefes yetmiyor. Bu noktada öfkelendiğimi anlayıp, bütün gücümle susmaya çalışıyorum. Susmayı beceremezsem verdiğim cevap karşımdakine kendimi savunuyormuşum hissiyatını veriyor.
Bunu düşünerek yapmıyorum. Kendiliğinden ağzımdan çıkıveriyor. Sınır ihlali yapıldığında kendini savunmaktan daha doğal ne olabilir? Ben eskiden kendimi savunmazdım. Herhangi başka bir tepkiye yol açmamak için sessizce oturur fırtınanın geçmesini beklerdim. Son yıllarda hem yaşın hem yaşanmışlıkların vermiş olduğu deneyimle sınırlarımı tanımaya başladım. Elbette ki yeni tanımış olduğum sınırlarımı savunacağım.

Sonuçta söylediğim lafın ardından karşımdaki beni bir daha suçladığı için hem suçlu hem daha da öfkeli olarak kalıyorum.

Sınırlarımı kabataslak  toparlarsam anlaşılmamak, ironi, müstehzi ifade, empati yapamamak, fikirlerimin ve yaptıklarımın değersizleştirilmesi, sürekli müdahale edilmesi diyebilirim.




Pratiğe dönersek deli dana durumuna gelmeden konuşmanın gittiği tarafı anlayınca “Ben bu konuşma konusundan/şeklinden rahatsız oluyorum. Lütfen konuşmayı bitirelim.” demek yeterliymiş. Oh! rahatladım. Bu kadar basitmiş.

Sıra geldi uygulamaya bakalım.

23 Ağustos 2016 Salı

100. yazım


Milliyette gördüm. Hem çok hoşuma gitti hem de sıklıkla Erdil Yaşaroğlu karikatürleri kullandığım için ona da her ne kadar varlığımdan haberdar olmasa da bir nevi teşekkür etmek istedim muhteşem karikatürleri için.

"Gündeme biraz ara verip Erdil Yaşaroğlu karikatürleriyle gülmek ister misiniz? Erdil Yaşaroğlu karikatürleri deyince akla gelen en komik çizimleri sizler için bir araya topladık. İşte gülmeniz, kafa dağıtmanız ve paylaşmanız için derlediğimiz Erdil Yaşaroğlu karikatürleri..."


http://www.milliyet.com.tr/en-komik-erdil-yasaroglu-pembenar-detay-yasam-2221852/

Tam dayaklık olduğumu biliyorum ama hayat böyle..

100. yazımız kutlu olsun!



22 Ağustos 2016 Pazartesi

Sonbahara doğru

Yazın son demleri diye düşündüğüm şu günlerde serin sonbahar hayallerini kurmaya başladım. Eskiden 15 Ağustos'tan sonra hava sonbahara döner denirdi. Değişen herşey gibi mevsimler de değişti. Sanki ara mevsimler kalkıyor.. Ben ilkokuldayken sınıf dergisi alırdık. Orada mevsimler öyle güzel anlatılırdı ki. Sonbaharı anımsatan resim gözümün önüne geldi. Yanaklarını şişirip bütün gücüyle üfleyip, daldaki son yaprağı düşüren rüzgar ve yolda yürüyen şemsiyeli yağmurluklu insanlar vardı reaimde. Şimdinin sonbaharında ben önce üşütmeyecek güneşli serin bir hava, kahverenginin, kızılın, sarının tüm tonlarını içeren ağaçlar, yağmur, rüzgar, dökülen yapraklar hayal ediyorum. Romantizmin gölgesinde tablo gibi ormanlarda yürüyüşler şömine karşısında birleşen eller, okunan şiirler derken duruyorum.

Hayallerim uçmaya başladı galiba. Artık filmlerde bile bu kadar romantizm kalmadı. Yazıya bu başlığı koyarken yapmak istediklerimden bahsetmek istemiştim.

Sonbaharda orman içinde kaplıcaya gidip, bir kür kaplıca artı masaj almak hoş olur. Sabah erken kalkıp yarım saat orman içi yürüyüş (kendi hızımla). Sonra hafif kahvaltı ve akşamüstüne kadar kafamı dinlemek. Saat 5'te pilates artı masaj olmak güzel olur. Programı hemen yapıverdim. Hayal edince her şey çok kolay. Gerçekleşse kaçta kaçını gerçekleştiririm/ gerçekleştirebilirim bilmiyorum. Yine yapmak istediğim bir başka şey de diyetisyene gitmek. Buna ek olarak da parkta yürüyüş ve haftada üç gün evde hoca ile pilateste yapmak isterim. Bu şekilde kendime daha iyi bakıp, dengeli beslenme ve hareketlenmeyi hedefliyorum.




Emellerimin ölçülü ve yapılabilir olduğunu düşünüyorum. Fizik tedavininde Parkinson tedavisinde faydalı olduğunu duymuştum. Masaj yada fizik tedaviyi programıma ekleyebilirim. Bu istediklerimden ne kadarını zapsam kardır. Bana moral ve motivasyo olarak dönecek diye düşünüyorum. Senden korkmuyorum Bay P.! Beni duyuyor musun?!

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Bir düğün davetiyesi başıma neler açar?

Tanı konulduktan  sonra hayatımın sona ereceğini düşünmüştüm. Gerçek anlamda! Ölmedim. Fakat adaptasyon dönemi beni o kadar zorladı ki; eski benden sanki yeni bir ben yaratıyormuşum gibi. Dikilmiş bir elbiseyi söküp, yeniden yaratmak gibi... Şunu itiraf edebilirim ki; yeni ben daha tamamlanmadı. Mehter yürüyüşü gibi  iki ileri bir geriyle bir yere varılmıyor. Bugün kazanım olarak gördüğüm şeyin yerinde yarın yeller esiyor.

Daha önce yapmadığım bir sürü şeyi yapmaya çalışıyorum. Resim, şiir, yazı, hikaye denemeleri…Terapistimin motive etmesi ve gel-geç gönüllü ilhamı yakalayabilmem kaydıyla…


Örnekleyecek olursam: Bir düğün davetiyesi başıma neler açar?



Durum:  Dostlarımızdan düğün davetiyesi almış olmak

Pozitif bakış açısı  
  • ·       Hatırlanmış olmak:  güzel
  • ·       Çocukların evlenecek yaşa gelmiş olması: mutluluk verici
  • ·       Düğünde eşi, dostu, arkadaşları görmek: sevindirici
  • ·       Kaldığımız süre boyunca hoş vakit geçirmek: eğlenmiş olmak

Negatif bakış açısı
  • ·       Hatırlanmanın güzelliğini kapatan sorunlar dizisi: iç sıkıcı
  • ·       Gitme mecburiyetinde olmak: kısıtlayıcı
  • ·       Kıyafet sorunu: endişe
  • ·       Yemek sorunu: endişe
  • ·       Ayakkabı sorunu: endişe
  • ·       Orada oturup, harekete eşlik edememek: mutsuzluk
  • ·       Kaldığımız süre boyunca etrafımıza belli etmemeye çalışmak: sıkıntı

Nereden nereye geldiğimi  anlatmaya çalıştım. Yapamadıklarımın yerine mutlaka bir şey koyuyorum. Bunların içinde hastalanınca kaybettiğimi düşündüğüm özgüvenimi kazanma çabam da var. Yapabildiklerimde tutarlılık sağlayamamak özgüven diye bir şey bırakmadı.

Bir şeyler ortaya çıkardığım zaman ve çıkan şeyi beğendiğim zaman moralim  düzeliyor. Kendimi iyi ve güçlenmiş hissediyorum. Yaptığım şeyler genelde masabaşı diye tabir edilen şeyler. Evden  çıkmıyorum  desem de bütün günüm balkon ve bahçede geçiyor. Malum yazlığın nimetleri… 

Gerçi bu çılgın sıcaklarda başka ne yapılabilir? Bilmiyorum.

2 Ağustos 2016 Salı

Resim terapisi

Lise yıllarımda müzik bölümündeydim. Resimle pek ilgim olmadı. Şimdilerde ilgileniyorum. Sığınıyorum adeta.Teknik, usul bilmiyorum.  Önce karakalem çalıştım. Buna ben bakarak resmetme diyebilirim. Sonra boyamaya geçtim. Birara  Bauhaus’dan çizilmiş tuvallerden alıyordum. Şimdi internetten step by step resim yaptıran videolar bulup, onlardan yararlanıyorum. Mesela kuşlu bir resim yapmaya çalışırken serçe yerine karga, tavuskuşu yerine papağan yapabiliyorum. Benim için fark etmez nasıl olsa hepsi kuş değil mi? Bu aralar boş tuvali boyarken konu oluşturmaya çalışıyorum. Amaçlayıp, başladığım resimle sonunda ortaya çıkan resim genelde farklı oluyor. Bunlar benim için hiç önemli değil çünkü ben resimle boyalarla uğraşırken eğleniyorum, özgürleşiyorum.  İyi vakit geçiriyorum. İç dünyamı tuvalime aktarıyorum. O andaki  duygularımı renklere döküyorum. Rahatlıyorum. Oyalanıyorum. Kendi renkli dünyamda mutlu oluyorum. Kimseden yardım istemem gerekmiyor!



Bunları terapistime anlattım. O da “Dünyanın her yerinde nörolojik hastalıkların rehabilitasyon dahilinde sanat terapisinden faydalanır.” diyerek beni resime doğru yönlendirme sebebini açıklamış oldu. Yine ondan edindiğim bilgilere göre şu sıra Amerika’da “Zentangle “ modası varmış. Terapi niteliği taşıyan bu modada bardak altlığı boyutunda kağıtların üzerine içinizden geçen herhangi bir deseni çiziyorsunuz.


Bu söylediklerini dinledikten sonra ben de ne zaman gittiğimizi hatırlamadığım Edirne gezisinde dolaşırken gördüğümüz şifahane denilen yeri hatırladım. Orada verilen bilgiye göre Osmanlı  zamanında bu şifahanelerde  nöropsikiyatrik hastalığı olanları su sesiyle tedavi ediyorlarmış. Öğrenmenin yaşı yok derlerdi. Doğruymuş.