29 Temmuz 2016 Cuma

Altın Kafes

Yazılmış bir hayat çizelgesi olduğuna inanırım. İnsan başına neler geleceğini bilemiyor. Patlayan savaş Suriye’lileri evlerinden yurtlarından etti. Bu insanların işleri, programları, hayalleri ve yaşam standartları vardı. Kendi yaşam tarzları vardı. Ölüm yağdıran bombalar atılmaya başlayınca her şeylerini bırakarak ülkelerini terk ettiler. Büyük bir kısmı Türkiye’ye sığınan bu insanlar daha önceden bu durumlara düşeceklerini nereden bilebilirlerdi?

Bir yerde onların yaşadıklarıyla kendi yaşamım arasında benzerlikler buluyorum... Elbette kıyaslamıyorum fakat düşününce benim de yaşadığım bir tür savaş. Vücudum kendi kendini bombalıyor. Tıpkı savaş anında olduğu gibi benim de haklarım gün gün elimden alınıyor. Sağlıklı iken kolayca yapabildiğim bir sürü şeyi geri alamayacağım şekilde kaybettim.  Ayrıca elimde kalanları korumak adına da sürekli çaba göstermek zorundayım. Çaba gösterebilmek için bir gayem olmalı.  Her zaman söylerim insanlar bir şeyler yaptıkları oranda var olurlar. Suriye’liler korkunç savaş ortamından çıkıp geldikleri yerde yerini bulamamış durumda. Geride bıraktıkları yaşantıları zaman biteceği belli olmayan bir savaşın gölgesindeyken, yeni bir yaşam kurabilecekleri düşüncesine çoğu imkan veremiyor ve farkına varamıyorlar diye tahmin ediyorum. Yine burada kendimle bir benzerlik buluyorum. İlk tanıyı aldığımda herşeyin bittiğini ve hayatın buradan sonra sadece yokuş aşağı gidebileceğini düşünmüştüm. Öyle olmadı. Yönlendirmelerle neler yapabileceğim hakkında fikir sahibi oldum. Deneye yanıla kendime yeni gayelerle bir düzen kurdum. Eski düzenim mi? Hayır, değil. Eski düzenimi geri ister miyim? Kazandıklarımı tutabiliyor olsam isterim. Fakat işler böyle yürümüyor. Yeni başlangıçlar her yaşta yapılabiliyor.


Ataların dedikleri bu devirde de geçerli ise “Bülbülü  altın kafese koymuşlar -Aah Vatanım!”   demiş. 


26 Temmuz 2016 Salı

Sanal baskı

Yakın çevrem dışındakileri fazla önemsemezdim. Yine de toplum içinde uçlarda bulunmayı sevmezdim. Hastalandıktan sonra sanki önem sıram değişti.

Şimdi herhangi bir yerde, zamanda karşılaştığım tanımadığım insanlardan oluşan çevreye kendimce çerçeve diyorum. Herkes bana bakıyormuş, bana acıyormuş, beni eleştiriyormuş gibi geliyor.
Böyle hissetmek de beni geriyor. Toplum içinde varlığımı, tarzımı, çizgimi ve kişiliğimi korumak istiyorum. Bunlardan ödün vermek istemiyorum!


Yürürken sarsak, dengesiz ve fark edilecek kadar yavaş yürüdüğümü ben de biliyorum. Bunu fark etmek için profesör olmak gerekmiyor. Ama herkesin beni fark etmesi beni kasıyor, zorluyor ve yoruyor. Hem bedenen, hem ruhen... Aslında yaşadığımız metropollerde herkes bir koşuşturma içinde. Kimsenin kimseye baktığı yok. Şehirlerin karmaşası içinde insanlar bakıyorlar ama görmüyorlar. Bakar kör olmuşuz. Bunları biliyor olmak da rahatlatmıyor maalesef… Hakiki çerçevenin sanal baskısını dışarıdaki her hareketimde üstümde hissediyorum.



Artık şık değil kesinlikle rahat giysiler tercihim. Şık olmayı gerektiren resepsiyon, kokteyl, nişan, düğün gibi yerlerde davet aldığım zamandan bitene kadar içim içimi yiyor. Aslında mutlulukların paylaşıldığı zaman arttığına üzüntülerin ise paylaşıldığı zaman azaldığına inananlardanım. Eş dost çevresiyle beraber olduğum zaman ayakta durabildiğim süre içinde beni görmeye alışık oldukları çizgide görmelerini sağlamaya çalışıyorum. Bu davranışım belki de yanlış ama şimdilik kendimi böyle davranarak iyi hissediyorum. Gittiğimiz yerdeki sorun demeti tad alamamak, kolay yenebilecek tarzda yemek seçmeye çalışmak (ki her zaman seçenek olmuyor), salatayı hiç almamak, sol elimin güçsüzlüğü, çabuk bitirmek adına yanağımı şişirip, büyük lokmalarla yemeğimi bitirmek yada yemeğin yarısını bırakmakla bitmiyor liste giderek uzuyor.

Ben hasta olmadan önce yolda, sokakta, parkta herhangi bir şekilde engelli veya farklı olan hasta birine rastladığım zaman yardım edilecek durum arar ve yardım ederdim. Karşılaşınca da gözgöze gelmeden veya bakmıyormuş gibi yaparak geçerdim. Sanki gözgöze gelirsek onları rencide edip, üzermişim gibi gelirdi ve yürekten üzülürdüm. Şimdi ben yardım edilmesi gereken durumdayım. Belki de bir zamanlar böyle düşünmüş olmam bugün böyle hissetmemin sebebidir...

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Ağrı ve yorgunlu

Biliyorsunuz Michael J. Fox da bizden biri… Takip etmeye çalıştığım Michael J.  Fox’un websitesi yazılarında ağrı ve yorgunluk konusuna dikkat çekildiğini görünce ben de bu konuda bir şeyler yazabileceğimi düşündüm. 

Ağrılar belirdiklerinden bu yana değişik yer ve zamanlarda çıkıp, kaybolup tekrar ortaya çıkıyor. Fakat yorgunluk hayatıma girdiği günden beri kaybolmaya tenezzül bile etmiyor az yada çok seçenekleriyle hep arka fonda kendini hissettirir.

Yorgunluğuma yorum yapmak istemiyorum. Sabah yorgun uyanıyorum. Ruhsal ve bedensel olarak yorgunum. Ruhsal olarak sıkça bahsettiğim ebedi isteksizlik hali mevcut. Bedensel yorgunluğum ise yatma, dinlenmeyle geçmeyen bir bitkinlik ve güçsüzlük hali. Diyebilirim ki annemden yorgun doğmuşçasına ezelden ebede yorgunum.


Hastalığımın ilk zamanlarında korkunç sırt ağrılarım vardı. O zamanlar terapiye yalnız gidip, geliyordum. Ağrıdan ne vapurda, ne otobüste, ne takside rahat edemiyordum. Sonra sırt ağrılarım geçmediyse de azaldı. Gündemime kramplar geldi. Ne zaman, nerede ve nereme gireceği belli olmayan hain acımasız kramplar. Gece uyandıran yatakta bir taraftan öteki tarafa döndürmeyen kramplar. Kramplara ara ara elimde ve parmaklarımda oluşan kasılmalar da eşlik etti.



Bunları kabul etmemek için çok uğraştım!

Şimdilerde ise sol kolumun dirsekten aşağısı gerçekten ağrılı. Sol el orta parmağım çok hassas. Parmağımı oynattığım zaman elimin üstü,  kolumun iç tarafı uyuşarak “ay,-ay” dedirtecek kadar ağrıyor. Sanki damar damar üstüne binmiş gibi.

Her sabah yeni bir güne kalkarken bugün neremde neler hissedeceğim sorusu aklımda yankılanıyor. Vücudum üstüne profesörlüğümü yapıyorum. Hangi tip ağrı geçici, hangisi kalıcı, hangisi hastalığımın ilerlediğine işaret ediyor ayırt edebilmeye başladım. Yani bütün bu ağrı sızı içerisinde bulabileceğim pozitif tek bir şey var ise o da vücut farkındalığımın her geçen gün artması olur sanırım.


15 Temmuz 2016 Cuma

Fitness lazım

Bayram bitti ama bulunduğumuz yerin kalabalığı ve gürültüsü eksilmedi. Oturduğumuz balkonda fonda okullardaki teneffüs saatini anımsatan bir uğultu var. Bizim evde ise Güneş'imin varlığı bayram havasını devam ettiriyor. Sabah en önce ben kalkıyorum. Daha sonra Güneş annesiyle balkona yanıma geliyor. Sabahları daha neşeli olan canparemi kucağıma aldığım zaman yaşadığım mutluluğu anlatmaya kelimeler yetmez. Canlandığımı hissediyorum. Hastalanmamışım gibi elimin titremesi bile duruyor. Onunla oynuyoruz. Gülücükler atıyor. Sol kolum dirseğimden bileğime kadar sert ve ağrılı olmasına rağmen dayanıp, onu kucağıma alabiliyorum. Zorlanınca da ya oturuyorum yada annesine geri veriyorum. Mutlu olduğum zamanlar torunlarıma, evlatlarıma sarıldığım  ve onlarla olduğu. zaman yani belirli zamanlar.

Bu arada aileme bir söz verdim. Parkinsonda doktorlarımızın da söylediği gibi hareket etmek çok önemli. Ben bu konuda bir hayli dertliyim. Kelimeleri süslemeye duygularımı saklamaya çalışmıyorum. Salt bir şekilde sıkıldığımı söylemek istiyorum. Benim içinde bulunduğum çember daralırken, içimin de daralması ve içimden hareket etmek gelmemesi normal sanırım. İçimde derinlerde tuhaf bir bulantı hissi var. Ruhum yorgun. Bedenim yorgun. Yaşama ve benden beklenenlere uyamıyormuşum gibi çoğu anım.



Fakat dediğim gibi aileme söz verdim. Şimdi her gün yüzeceğim. Sayısını arttırarak hergün yürüyeceğim. Başkaları dışarıdan kontrol edermiş gibi arayıp, sorduğunda da yetersizlik hissi ve kontrolsüzlük hissi içine girdiğim için kendi kendime takip edebileceğim bir sistem de deneyeceğim. Gençlerin spor yaparken taktığı ve birbiriyle kim daha çok adım atıyor yarışına girdiğini duydum. Ben de kendime o saatlerden birini alacağım. Baktım. Sanırım Garmin'in vivofit yada vivosmart hr'ını alacağım. Aralarındaki önemli fark birinin kalp atışlarını da takip ediyor olması. Kararı herhalde son anda veririm. Bakalım yeni deneyim nasıl gidecek.



12 Temmuz 2016 Salı

Bumerang

Yaz bu sene bumerang gibi gidip gelirken denize girmeyi ertelemek zor olmadı. Şimdi kendimi kısmen daha iyi hissetsem de aşırı duygusalım sanırım kalıcı olacak. Takvim itibarıyle yazın bitmesine az zaman kaldığını fark ettim. Denize girmeye karar verdim. Konsantre oldum gücümü toparladım.  Eşimle evden çıktık. Yokuş inerken yaptığı yardım teklifini bile kabul etmedim. İnişle başedebiliyorum. Denize gireceğimiz yere gelince  oturup bir daha kendime olumlu telkinde bulunduktan sonra denize girdim ve yüzdüm zorlanmadan su yutmadan yüzdüm. Üstümden kocaman bir ağırlık kalktı sanki.  Meğer korku belası erteliyormuşum. Eşime iyi olduğumu beni yalnız bırakabileceğini söyledim.  O yüzmeye devam etti. Hasta olmadan önce denize girince bir saat birlikte yüzerdik. Artık ona eşlik edemiyorum. Yüzdüğümde hem çabuk yoruluyorum hem de girmek için bahaneye bakan kramplardan  korkuyorum. Yavaş yavaş, yalnız başıma denizden  çıktım, duşa giden merdivenleri de çıktım. Duşumu da alarak oturduğumuz masaya geldim. Ne kadar yorulduğumu anlatamam.

Biraz o kitabını okudu ben terapistimin yaz ödevi olarak verdiği oyun gibi olan çalışmayı yaptım.

Bana ödül gibi gelen dondurmalarımızı da yedikten sonra yola koyulduk. Dönüş yolundaki tercihimizi merdivenden yana kullandık.  Eşim beni merdivenlerde taşıdı.  O yardım etmese merdiveni çıkamazdım herhalde. Benim pilim bitmişken. Duracell tavşanı gibi bitmez bir enerjiyle eşim balığa çıktı.


1 Temmuz 2016 Cuma

Kader Kısmet


Havaalanındaki patlamaları duyunca ilk işim herkesin yaptığı gibi yakınlarımı ve tanıdıklarımı arayıp, sormak oldu. Yeni Türk selamı artık "merhaba" değil, "güvende misin?" veya "geçmiş olsun". Bayram geliyor diye sevinmek yerine eş, dost, ahbap hayatta mı endişesi içinde olmak bir hayli üzücü. Eskiden bayramlarda trafik canavarı vardı. Şimdi trafik canavarına bir de patlamalar eklendi. Keyifli çocukluk anılarımı paylaşmayı isterken bu buruklukla vazgeçtim. Fakat bayram yaklaşıyor ve zaten istenen bizim üzülüp, kutlamalrımızı arka plana atmamız olduğu için buna meydan vermek istemiyorum.




Çocukluğum şen anıları olmasa da bir bayram anımı paylaşacağım.

İstanbul'da yaşadığım ilk bayramı düşündüm. Eşimin yanımızda olmadığı o bayramı çocuklarımla geçirecektim. Onlara bayram için bir şeyler aldım. Kendi alışık olduğum bayramlara göre şeker ve çikolata aldım. Gelen çocuklara vermek üzere para bozdurdum. Arife günü dışarıda işim kalmadığı için evde bir şeyler yaptım. Bayram sabahı kalktım. Kahvaltıyı hazırladım. Çocuklarımı uyandırmaya kıyamadım. Salonuma bir göz attım. Vazomda taze çiçeklerim, kolonyam, iki ayrı şekerlikte çikolata ve lokumum derli toplu misafir kabulune hazırdım. Çocuklarla kahvaltımızı yaptık. Kendi aramızda bayramlaştık, şakalaştık. Çocuklarıma babalarının ve benim ayrı ayrı bayram harçlıklarını verdim. Kulağım kapı zilinde ama bir türlü çalmıyor. Bekledim, bekledim. Akşama kadar bir umutla bekledim. Kapı komşum dahil kimse gelmedi. Çocuklar  bana artık beklemememi söylediler. Ben yine de ikinci bayram öğlene kadar bekledim. Öğleden sonra çocuklarla evden çıktık. Asansörle bulunduğumuz kattan aşağı inince blok kapısına asılmış yazı dikkatimi çekti. Yazıda bayramlaşmanın  zemin katındaki sığınakta toplu olarak yapılacağı blok yönetimi tarafından bildiriliyordu.Yazıyı  okuyup, kapıdan çıkarken kendi kendime " Bayramlar ne hale geldi?" diye söylendim.