28 Aralık 2015 Pazartesi

Yeniyıla doğru...

Yeni yılın gelmesine çok az bir zaman kaldı. İçimde ne arzu ne heyecan var. Hiçbir şeyin eski tadı yok. Dünyanın dengesi bozuldu. Her sabah duyduğumuz felaket haberleri herkes gibi beni de etkiliyor. Aslında istatistiklere baktığımız zaman dünyanın en uzun süredir yaşadığı “barış” dönemindeyiz. Bu nasıl bir barış dönemiyse? Bir tarafta savaşlar, bir tarafta zorunlu göçler.

Fakat yeni yıla giriş yine de güzel şeyleri düşündürmeli değil mi? 

Yıllar geçtikçe dileklerim, beklentilerim değişti. Yeni yıla götürebileceğim ve eski yılda bırakabileceğim şeyler olsaydı neler olurdu diye düşündüm. Eski  yılda bırakmak istediklerim artmakta olan titremelerim, yavaş da olsa ilerleyen hastalığım ve değişen damak tadım. Yeni yıla taşımak istediklerim Bay P.’nin yarattığı, herşeye burnunu sokan, denemek isteyen çılgın ruh halim, resim çizmek ve şiir denemelerim.

Ayrıca  yeni yılın ilk ayında doğacak bebeğimizin sağlıklı doğmasını diliyorum. Babaanne olacağım!!! Ayrıca anneannesi olduğum ilk göz ağrımın gireceği üniversite sınavının iyi geçmesini ve istediği bölümü, okulu kazanmasını diliyorum. Allah iki torunumun da yardımcısı olsun. Yeni yılda terapistimin açacağı yeni ufuklarda başarılı çalışmalar yapabilmek için güç ve gayret diliyorum.

Kalan isteklerim son derece klişe. Her aklı başında, etrafını gözlemleyen ve haberleri takip eden insanın istediklerini istiyorum. Karanlığı, savaşları, dertleri, kirlenen havamızı eski yılda bırakıp, yeni yılda en azından insanların birbirlerine güler yüzle ”merhaba”, ”günaydın” diyebilecekleri daha hoşgörülü, aydınlık bir dünya istiyorum.




Hoş geliyorsun yeniyıl…Elin boş gelme lütfen…

Bir başka taksi macerası...

Malum kış mevsiminde olmamıza rağmen havalar çok soğumadı. Gerçi kaloriferli evde otururken dışarıdaki güneşe bakıp, havayla ilgili tahmin yapmak ne denli doğru olur bilemiyorum. Böylesi günlerden birinde evin dışında biraz yürümeyi istedim.Yardımcımla birlikte dışarı çıkınca havanın sandığım kadar ılık olmadığını gördüm. Evimize yakın olan AVM kadar yürüyüp, alışveriş yapalım diye kararlaştırdık. Yavaş tempolu yorucu bir yürüyüşten sonra AVM'ye ulaştık. Biraz da orada dolaştık. Mutfak alışverişi yaptıktan sonra bir cafeye oturup, kahve içerek mola verdik. Daha sonra trafik saatine kalmamak adına taksi sırasına girdik. Gelen geçti, gelen geçti. Sonunda duran birine bindik. Yardımcım önce beni bindirdi. Alışveriş poşetlerinide  arabanın bagajına  bıraktık. Evime yüruyüş mesafesinde olan bu AVM'ye her gelişimde araba kullandığım zamanları özlemle anar oldum. Beni taksilere ve taksicilere muhtaç eden Bay P'ye özel teşekkürlerimi (!) iletiyorum burdan...

Evimizin önüne gelince şoföre parasını ödedik. Yardımcım elimden tutarak inmeme yardımcı oldu. Arabanın bagajını açtık. Ben en hafif  torbayı aldım. Yardımcım iki ağır torbayı aldı yere koydu. Kalan iki torbayı almak üzereyken şoför "Biraz ileri alayım abla" dedi. Ben de birşey düşünmeden onayladım. Biraz öteye çekip, durur gibi yaptıktan sonra gazlayarak bagajı açık vaziyette yan sokağa daldı. Arabaların arasında kayboldu. Arkasından gelen arabalar  yüzünden plakasını göremediğimiz gibi, böyle bir şeye ihtimal vermediğimiz için ağzımız açık "–aaaaa!" diyerek kaldırımda bakakaldık.  Bize ancak araba bagajında arz-ı endam ederek sallana sallana giden iki poşetimize güle güle demek düştü.



Hasta olmamış olsam onu  çok değil biraz araştırma ile bulurdum. AVM güvenlik kamerası, oturduğum binanın güvenlik kamerası, evin karşısındaki meşhur hastanenin güvenlik kamerası ve trafik ışıklarındaki mobese kameraları vs vs.. Ama şimdi hayatımda Bay P. var! Kim uğraşacak?!

Hesap fişlerine de bakıp, zararımı tespit edince, yaratacağım telaşın ürküttüğüm kurbağaya deymeyeceğine karar verdim.    

23 Aralık 2015 Çarşamba

Eski Istanbul

Bugün hastalıktan bahsetmeden geçmişe yolculuk yaparak çocukluğumun İstanbul’undan bahsedeceğim. 

Mesela hatırladığım kadarıyla… Gülhane parkı vardı. Yaz boyunca sık sık  giderdik. İçinde kocaman hayvanat bahçesi yer alırdı. Parka gitmek o zamanın eğlence anlayışlarından biriydi. Bazen yabancı sirkler de gelirdi. Her gidişimizde hayvanat bahçesine uğrardık. Uğramazsak üzülecekler gibi gelirdi. En çok aslan, fil ve maymunlar ilgimi çekerdi. Onları görmekten mutlu olsam bile kafeste olmalarını üzücü bulurdum. Park, kocaman ağaçları, bakımlı çiçekleri ve sayısız çay bahçeleriyle her zaman kalabalık olur, bazen girişteki bilet gişeleri “park dolu” yazısı yazarlardı. Çocuk parkı var mıydı pek hatırlayamıyorum.  Luna Park vardı.”galiba.  Yanan rengarenk ışıklarıyla dikkat çekerdi. İçinde dönme dolaplar, atlı karınca, çarpışan otomobiller birde dışa doğru açılarak dönen salıncaklar vardı. Öğlesine açılırdı ki; bir süre denizin üstünde dönerdi. Denize düşen olacak sanarak korktuğumu da hatırlıyorum. Parkta bir de sahne vardı. Ücretsiz ve halka açık. O dönemin sanatçıları konser verirlerdi. Ağabeyimin omuzları arasında dinlediğim Zeki Müren konseri de güzel anılarım arasında.  Kendisini ağzı açık seyrederken, alkışlamak için elindeki balonları bırakıp, kaçıran baloncuyu sahneye çağırıp kaçırdığı balonların parasını ödemişti.




Sarayburnu’nda yer alan çay bahçelerinden birine oturup, balık tutanları, geçen vapurları ve denizi seyretmek de hoşuma giderdi. Bu arada ailem istedikleri semaverden  tavşan kanı dedikleri çaydan içerlerdi. Bu arada annemin el emeği çörek, börekleri yenirdi. Ben çay içmezdim. Gazoz içmeyi severdim. O zaman şimdiki kadar çok çeşitli meşrubat yoktu. Parkta uçurtma uçuran çocuklar da olurdu. Seyretmesi bile eğlenceliydi. Bir de her parka gitmemizde alınan kırmızı balon beni çok sevindirirdi.   Aradan elliden fazla yıl geçti. Park hala var. Bazen gidip dolaşmayı istesem de duygularım bana “bırak anılarındaki gibi haşmetli, renkli ve bakir kalsın” diye sesleniyor. 

21 Aralık 2015 Pazartesi

Pazar gününden seçmeler...

Yeniyılın girmesine bir Pazar kaldı. Şu sıralar çarşılar, sokaklar yeniyıl heyecanı içinde. Her yer süsleniyor.  Şehre ayrı bir güzellik katılıyor.  Neyse bu gün hiç dışarı çıkmaya
niyetim yok.  Bugünkü okuma saatimi de yazmaya ayırdığım için vaktim olursa gün içinde
romanıma devam edebilirim. Yazı yazmak benim çok vaktimi alıyor. Mutlu oluyorum. Zaman
alma sebebi biraz Parkinson'un yavaşlatması biraz da benim tek parmak yazıyor olmam.

Bugünü rasgele değerlendirmeyi düşünüyorum. Şimdi kahvaltı yapacağım. Sonra resimle uğraşırım. Evimde mutluyum. Yapacak, yazacak çok şeyim var. Saat  17.00 olmuş sadece resimle uğraştım. Tamamlayıp, boyadığım resmi beğenmediğim için biraz renkleriyle oynadım. Yine beğenmedim. O resimde bana uymayan bir şeyler var adeta… İtiraf etmeliyim ki boş, verimsiz bir gün geçirdim.

Böyle günler daha çok yoruyor.

Bari tarihten bir fıkra ile Pazar gününü noktalayayım.
Padişah Yavuz Sultan Selim Han içki  yasağı  koymuş. Ara ara tebdil-i  kıyafetle saraydan çı
karak; sadrazamla birlikte yasağa uyulup uyulmadığını kontrol edermiş. Günlerden bir gün
padişah ve sadrazam saraydan çıkmış kayığa binmişler.  Kayıkçı sahilden bir hayli uzaklaşınca
bir  şişe içki çıkarmış. Birkaç  yudum içtikten sonra padişaha ve sadrazama ikram etmiş.
Onlar da birer yudum içmiş. Sadrazam korkarak ͞Bre melun! Padişah yasaklamadı mı? Sen
ne cesaretle içiyorsun.͞ demiş. Kayıkçı da  ͞Padişah sarayında͟ diye cevap vermiş. Padişah ͞
"Nereden biliyorsun?͟" diyerek  devam etmiş. "Ben padişahım. Bu da başvezirim.͟" demiş. Kayıkçı pişkin pişkin, "Birer yudum içmeyle biriniz padişah oldu, biriniz sadrazam. Biraz daha iç
seniz biriniz Allah olacak biriniz peygamber. Tövbe, tövbe.͟" demiş ama bir  hayli  kuşkulanmış.  Fal bakmaya karar vererek remil atmış. ͞"Padişah  sarayda yok.͟" demiş. Tekrar   remil atarak, "Padişah derya üzerinde͞" diyerek devam etmiş. "Padişah bu kayıkta͟" demiş ve  susmuş. Can korkusuyla af dilemeye, aman dilemeye başlamış. Padişah "canını bir şartla bağışlarım. Saraya dönerken şehre hangi kapıdan gireceğimi bileceksin" diye emretmiş. Kayıkçı  düşünmüş. Kağıda bir şeyler yazmış.  ͞"Padişahım  bu kağıdı kapıdan geçince açın." diye ricada bulunmuş. Padişah kayıkla dolaşıp, durmuş. En son Kumkapıya gelmiş. Oradan da girmemiş. "Devam edin" demiş. Şimdiki Yenikapı önlerine gelince nöbetçilere  emrederek, "buraya hemen bir kapı açın" demiş. O anda oraya bir kapı açtırmış. Padişah o kapıdan geçmiş. Elindeki kağıdı açmış ve okumuş. "Padişahım yeni kapınız hayırlı olsun."

Belki de İstanbul'un Yenikapı Semtinin adı buradan gelmiştir.

14 Aralık 2015 Pazartesi

Olmak yada olmamak...

Yavaşlattığımızı düşündüğüm Bay P.  yavaş da olsa sinsice emin adımlarla ilerlemeye devam
ediyor. Adeta sabrımın taşmasını, mücadele etmekten vazgeçmemi bekler gibi…

Kendimi hızlı bir değişim içinde buluyorum. Ruhum bedenime dar geliyor. Yavaşlayan hareketlerime inat ruhum dolu dizgin koşuyor gibi. Sanırım bunu yaşamak da beni yoruyor. Ayrıca  zevklerim,
tercihlerim de değişti. Bunlarda da doğal olarak Bay P.'nin etkisi var. Bundan bahsetmiştim. Şimdiki konum bu değil ama çok etkiliyor ki tekrarlama ihtiyacı hissediyorum.

Damak tadım, lezzet alışım değişti. Ben oniki ay üç öğün balık yesem hem mutlu olur,hem tadına doyamazdım. Kırmızı et, salata vazgeçilmezimdi. Asla yemek ayrımı yapmazdım. Şimdi de yemem demiyorum. Az çok  tırtıklayıp fark ettirmemeye  çalışıyorum. Salata yerine söğüş domates, salatalık yemek  en azından hoşuma gidiyor. Benim hoşuma giderek yiyebildiklerime gelince kahvaltı türü şeyler. En vazgeçilmezim beyaz peynir birinciliği zeytine bırakarak ikinci sıraya yerleşti. Kıvamlı çorbalar,  çok yağlı olmayan zeytinyağlılar, omletler, makarnalar, börekler. Eskiden yemesem
de olur dediğim şeyler şimdi tercihlerim arasına girdi. Acaba bendeki bu damak tadı değişiminde içtiğim ilaçların bir etkisi var mı? Buna bir anlam veremiyorum. Yoksa bunu ben mi icat ediyorum? Bu aralar bileklerim de ağrıyor.Ağır bir şeyler taşımışım gibi. Ellerimin titremesi de arttı. Sol elim sağ  elimden daha yavaş ve daha güçsüz olduğu için  çatal-bıçak kullanmak zor geliyor. Dışarda yemek yeme durumlarında  kararsız  kalıyorum.
Bir tarafım gelecekte belki istesen de dışarıda yiyemiyeceksin şimdi git, bıçak kullanma, çatalla idare et derken diğer tarafım bi lokma yemek için niye kendini strese sokacaksın diyor. Gelecek korkusu ve kaygısı içinde (-git)diyen tarafımı dinliyorum.

Gittiğim zaman da eşimin yemeğini paylaşmak istiyorum. Tabağımdaki yemeğin çabuk bitmesi için ya çabuk bitirmeye çalışıyorum veya yarısını bırakıyorum. Kibarca ve sofra kurallarına uygun yemek yemeğe çalışmak da yoruyor. Düşünüyorum da, bunlardan vazgeçmeye kalksam tamamen eve kapanırım. Sosyal hayatım yok olmaya başlar. Bunlar zaten Bay P.'nin tam da beklediği şeyler.
Bunları yapmamalıyım. Ona zafer çığlıkları attırmamalıyım. Bunlar yaşamak zorunda olduğum
hayatın günlük sıkıntıları…

Körün asasıyla yol ve yön bulması gibi deneme yanılma yoluyla hayatımı renklendirecek beni mutlu edecek, motive edecek şeyler bulmalı, yapmalıyım. Devamlı yorgun hissetmekten hareket edememekten kilom da sorun olmaya başladı. Yavaş da olsa yürürken bile nefes nefese kalıyorum.
Sınırlanan yaşam tarzıma rağmen kendi hayatımı zor olsa da kendim yaşanır ve keyif alınır hale getirmeliyim.



11 Aralık 2015 Cuma

İstanbul'da Cumartesi

Sabah yine erken  uyandım.Hafta sonu ise  diğer  günlerden farklı olarak kitap okuyorum.Okumaktan çok keyif alıyorum. Hele okuduğum  Tess Gerritsen veya Lisa Gardner’se  değmeyin keyfime. Bu gün de ”kızım için son kez” i okuyordum ki kahvaltı saatim geldi. Güzel bir kahvaltıdan sonra  kahvemi içerken penceremden yanımızdaki parkı  ve sokağımızı seyrettim.  Sonbahar kızıllığı  beni her zaman etkilemiştirBizim parkta  şu anda bir sonbahar tablosu gibi….

Parktaki ağaçlara bakarken bugün ne yapabileceğimi düşündüm. Belirli bir programım yok.im çıkarken beni yakınlardaki bir AVMye bırakırsa biraz dolaşırım. Taşıyabileceğim kadar alışveriş yapıp dönerim, diye düşünerek şipşak bir program oluşturdum. Yardımcımın izin gününde sosyalleşmek adına tek başıma şehir hayatına takılmak istedim. Eşim yalnız dışarı çıkmak isteğimi olumlu karşıladı. Beni istediğim yere bıraktı. Biraz dolaştım.Yorulur gibi olunca oturdum biraz dinlendim. Dönüş yolumu düşündüm. Alışveriş yaparsam taksi ile yapmazsam yürüyerek seçenekleri arasından taksi seçeneğini  seçerek biraz alışveriş yaptım.Daha sonra  taksi sırasına girdim. Bana sıra gelene kadar biraz beklemem gerekiyordu.Malum Cumartesi  İstanbul trafiği….



Gelen her taksi müşteri almıyor. Trafiği bahane ederek yolcu almadan boş geçip gidiyorlar. Nihayet sıra bana geldi. Torbalarımla  güçbela yerleştim. Araba hareket etti. Şoföre nereyegideceğimi söyledim. Şoför büyük bir öfke patlamasıyla ”teyze dışarı çıkmak için bugünü mü buldun? Evinde otursaydın ya.  Şu kadarcık yol için beni trafiğe sokuyorsun. Ben  seni götüremem in arabamdan.” derken  korkutan bir süratle yola koyuldu.  Düştüğüm durumun  tuhaflığıyla  bende garip bir şekilde “Evime gitmem lazım. Sokakta mı kalayımTorbalarımla otele mi gideyim?” demiş bulundum. Baktım şoför genç bir delikanlı  telefonda konuşurken dizinden rahatsız olduğunu ve sinir bozucu bir gün geçirdiğini duydum. Allah tarafından yoğun trafiğin içinde bize bir yol açılmışçasına hiç durmadan evimin önüne geldik. Şükürler olsun. Şoför delikanlı arabayı kenara çekerek indi. “Çok özür dilerimSizi korkuttum ve kırdım. Nolur beni affedin, beni bağışlayın, hakkınızı helal edin diyerek elimi öptü. Ben ikinci bir heyecan dalgası içinde “Affettim. Hakkımı da helal ettim. Yalnız sana iki çift laf söyleyim de  git işine dedim. 1. Şoförlük mesleğine devam edeceksen sinirini bastırmayı  öğreneceksin2. Kaza yapıp anneni yavrum diye ağlatmayacaksın. Fazla oldu ama özür dilemesini bilen iyi insandır. Erdemlidir. Şoför delikanlı indiği gibi hızla arabasına binerek bir anda trafikte gözden kayboldu. Bu da  metropol hayatından arabesk bir anı olarak  geride kaldı.  Evim evim güzel evim derler ya, ben de evime gelince kendimi  güvende hissederek bu günkü yaşadıklarımı günlüğümün satırları arasında saklamaya karar verdim. Cumartesi ve Pazar günleri yürüyüş mesafesinin dışına çıkmamam gerektiğini de öğrenmiş oldum. Aldıklarımı yerleştirdim. Kendimi çok yorgun hissettiğim için eşim gelene kadar yatacağım. Bu günlük bu kadar……..

7 Aralık 2015 Pazartesi

Vicdan nerede?

Yazlık yerimizde yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal misali çıkış bulamadığım bir sorun var. Çocuklar istedi diye alınıp, yaz boyunca bakılan köpekler, adeta moda haline gelen, mutlu aile tablosunun olmazsa olmazıymış gibi görülüyor. Köpekler yaz bitip, kışlık evlere gidilirken kullanılmış eski bir eşya gibi sokağa bırakılıyor.

Sokağa bırakılan köpekler bunalıma giriyor. Acı çekiyor, çünkü onların dünyası saf ve temiz. Duyguları, sevgileri gerçek. Aç kalıyor, açıkta kalıyor, dayak yiyor ve çiftleşiyor. Böylece
doğan yavrularla sokak köpeği sayısı da artıyor. Doğan yavrular bakımsızlıktan birazı uyuz
oluyor. Bazılarına araba çarpıyor. Bazıları açlıktan ölüyor. Bazı hayırsever ve vicdan sahibi oldukları  düşünülen vatandaşlar bunları arada bir gelerek arabalarının bagajlarında getirdikleri çiğ kemiklerle besliyorlar. Çiğ et ve kemikle beslenen köpeklerin mikrop ürettikleri malum. Haftasonu geçirmek için 
gelenler köpek sevmek isterken mikrop alabiliyor. Isırılma durumları söz konusu olabiliyor.
İnanın ki! Bizim sokakta şu anda 17 köpek var. Üst sokakta daha fazla köpek var. Kendimize ekmek alırken  4-5 ekmek de aç hayvanlar için alıyoruz. Bizim sokağa gelinceye kadar ekmekler bitiyor hiç biri de doymuyor. Elinde torba taşıyanları da rahatsız ediyorlar. Arada kuru mama verdiğim zaman da oluyor. O zaman da büyük köpekler küçükleri döverek ısırarak kaçırıyorlar. Küçükler de aç kalıyor. Büyükleri kovalamaya kalkarsan da sana saldırıyorlar. İnsanlar tamamen yazlıklardan ayrılınca da köpeklerin yavruları ve kedileri yedikleri söylentiler arasında...


Belediyelerin bu konuda bir şeyler yapmaya çalıştıklarını  hepimiz görüyoruz. Fakat daha işlevsel olmaları gerekiyor. Bizim yazlığa yakın sayılabilen bir mesafede sokak  köpeklerinin bakım ve rehabilitasyon merkezi olarak açılan ve oldukça büyük bir araziye konuşlandırılan bir yer var. Bu tarz merkezlerin başka yerlerde de olduğunu  varsayıyorum. Sanıyorum ki yaptıkları yakalayabildiklerini kısırlaştırmak müdahele gereken hastalıkları tedavi ederek tekrar salıvermek. Bunlar sorunu çözmüyor.

Benim kendimce bulduğum çözüm şu; hayvan seven veterinerlerden oluşan  bir çalışma gurubu yazlıklara haftaiçi haftasonu uğrasalar durum değerlendirmesi yapsalar. Köpek yavrularını tedavi etseler. Dişileri kısırlaştırsalar. İyileşmeyecek olanları ağrısız uyutsalar. Sağlıklı olanları bahara kadar misafir etseler .
Köpeği olan biri olarak  söylüyorum. Bir köpeğin ömrü aşağı yukarı 13-18 sene. Bu kadar sene onun sorumluluğunu taşıyabilecekseniz, dostluğunu,sevgisini hak edebilecekseniz alın. Bu bir canlı varlık! Oyuncak değil.
                            

Bana göre köpeği alıp sonra bırakmak, çocuğunu sokağa atmakla aynı şey. Bu arada şunu da düşünüyorum bu olaylarda vicdan nerede?
 
Tabi ki yazlıkta bitmiyor bu sorunsal! Şehirdekiler için de ayrı bir önerim var. Bu daha olası ve daha yapıcı diye düşünüyorum. Güvenlik görevlisi olan her sitede 1-2 "güvenlik köpeği" olarak sokak köpeği bulundurulması. Bu şekilde belediyelerce yapılan sağlık kontrolleri ve site sakinlerine bölünecek olan kulübe ve mama masrafları olur. Güvenlik görevlisinin turları sırasında gezdirilmesi de ruh hallerine bir veya birkaç güvenlik görevlisine kurdukları bağ ile iyi gelir. Böylelikle hem siteler daha güvenli olur hem de sokak köpekleri site köpekleri olur ve daha kaliteli yaşamları olur.

                            

4 Aralık 2015 Cuma

Neye inanalım...?

Çıkan haberlerden bahsettiğimde ne kadar farklı telden çaldıklarına da değinmiştim. Her kafadan bir ses çıkıyor. Eğer bazı kaynakların iddia ettiği gibi kesin bir çözüm varsa neden hala bu kadar Parkinson'lu insan tedavisini çözüm yokmuşçasına alıyor?  Bu durum benim aklıma çıkan haberlerin hangisine, nasıl güvenilir sorusunu getirdi.

Ben çıkan son haberleri kendi mantık süzgecimden geçirerek değerlendirmeye alıyorum. Fakat bu noktada benim bilgilerimin ve deneyimimin son 4 sene içerisinde bir hayli biriktiğini de göz önünde bulundurmak lazım. Muhtemelen teşhisi ilk aldığım dönemlerde okuduğum haberlerde daha naif bir bakış açım vardı. O zamanlar daha kolay inanıyordum. Şimdiyse doktorum ve terapistimin verdiği bilgiler doğrultusunda hareket ettiğim gibi daha eleştirel yaklaşabiliyorum.

Açıklanan birçok araştırma sonucu daha birinci veya ikinci aşamada oluyor. Bu da en az bir iki aşamadan daha geçmeden ilacın veya tedavinin kesin etkisinin belli olamayacağını gösteriyor bana. Bir başka konu da haberlerin genelleştirilmesi. Bir araştırma örneğin nörolojik kaynaklı kas sistemini etkileyen bütün hastalıklara yönelik yapılıyor, fakat sonucu sanki Parkinson'a özelmiş gibi yansıtılıyor. Bu da yine bizler için yanıltıcı olabiliyor. Yine genellemenin bir başka türü bir ilaç veya tedavi yönteminin herkeste aynı etkiyi yaratacağının sanılması. Burada bana en çok söylenen örnek beyin pili. Taktırsan da bitse dertlerin diyorlar. Benim ise okuduğum araştırmalara göre herkeste işe yaramadığı gibi bazı kişilerde faydalı dönemden sonra çöküş dönemi gelebiliyormuş, bazı kişilerde de etkisiz kalabiliyormış...kısacası herkesin bünyesi farklı tepki veriyormuş. Bir de süresi var tabii..Şimdi ben ilaç tedavim, terapim ve adapte ettiğim yaşantımla "rahatken" neden gereksiz bir risk alayım?

Bütün bunları niye yazma ihtiyacı hissettim?

Benim gibi siz de duyduğunuz haberleri değerlendirmede zorluk çekiyorsanız belki benim kıstaslarım yardımcı olur diye düşündüm.