22 Aralık 2017 Cuma

Ah Sen!

Son zamanlarda eşimle birlikte Canan Tan romanlarına sardık. En son elime geçen kitabını okurken ilginç bir durumla karşılaştım. Hikayenin baş kahramanı Ahsen'le asgari müşterekte aynı şeyleri yaşamışız. Benim hastalıkla geldiğini sandığım şiir, resim, yazı gibi farklı hobileri deneme isteğim Ahsen'de sağlıklı olduğu halde var.  Düşününce belki de benim bunları denemeye cesaret etmemin sebebi Bay P. değil içimde zaten olan bir şeyleri bastırmayı bırakmam. Bunu farketmemi Ahsen'e borçluyum.

Birazcık kitabı anlatmak istiyorum. Kocası Ahsen'den daldan dala seken maymun iştahlı karım diye  söz ediyor. Ahsen'in şiirleri kocası tarafından parayla bastırıldığı halde o havaya girip, sanatçı edasıyla  imza  günleri düzenliyor. Ana hatlarıyla bakınca kitap okumayan, cahil, kendi akımını yaratmak isteyen, gösteriş meraklısı, kocasının aşkını ve parasını kullanarak yaşayan bir kadından bahsediyoruz. Hamile kalmasıyla resim tutkusu sona erer. Kocası bu vesileyle Ahsen'in ara vereceğini düşünür. Fakat Ahsen bir sonraki hobisini koroya yazılarak belirlemiş bile. Bunun üzerine kocası karga sesiyle şimdi ne yapacak diye düşünür ve "Ahsen! AAAAAH SEN! diye mırıldanır.



Şimdi beni bilen, tanıyan bunu okusa ne alakası var diye düşünür. Ben ne gösteriş meraklısıyım, ne de bilgi sahibi olmadığım konularda ahkam kesmeyi severim. Açıkçası mütevazi, hafif içe dönük, son zamanlarda daha cesur olmakla birlikte içerlerde hala çekingen bir yapım var. Ortak bulduğum nokta farklı hobileri deniyor olması. Bay P.'nin hayatıma girmesiyle ben de maymun iştahıyla ne hobi varsa saldırdım. Zaman içersinde bir resim tutkum söndü, bir yazma tutkum. Konserlere gitmeyi hep sevdim ama "gençliğim"den bu yana korolarla pek işim olmadı. Zaten Bay P.'nin azizliği sağolsun sesim karga değil ayaklarını gören tavuskuşunun sesine benzedi. Gülerim ağlanacak halime! Kitabı okuyunca içim ısındı. Demek ki hasta olmak gerekmiyormuş farklı şeyleri denemek için. Kısacası hoşuma gitti! Paylaşmak istedim.

20 Aralık 2017 Çarşamba

İyi ki bir anjiyo oldum!

Bir deyiş vardır."Imam sırıtırsa, cemaat kırıtır." Nereden aklıma geldi bilmiyorum ama anjiyo olacağım gün ben heyecanlıydım ama sanki etrafımdakiler daha da bir heyecanlıydı. Tam anlamıyla ben imam, ailem de cemaat olmuş oldu. 

Uzun zamandır gitmediğim doktoruma tansiyon ilaçlarımı düzenletmek üzere gideyim dedim. Şikayetimi sordu. Çok nefes nefese kaldığımı söyledim. İlaçlarımı düzenledikten sonra ailemde kalp rahatsızlığından muzdarip olanları bildiği için anjiyo önerdi. İkinci bir fikir olması maksadıyla eşimin kalp doktorunu da ziyaret  ettik. Her doktor bir ilaç ilave ettiği için bu doktorun da kan sulandırıcı ilave etmesini yadırgamadım. O doktor da anjioy  tavsiye edince kararımı vermiş oldum. İki gün  sonrası için gün aldık. İçin için iki gün  nasıl geçecek diye düşünürken çocuklarım sağolsun günlerimi doldurunca çabucak geçiverdi. Anjiyo günü ailem yanımdaydı. Erken saatte orda olmamıza rağmen aç bilaç bir hayli bekledim. Randevum sabah 7.00de  olmasına rağmen hemşire hanım beni12.15te hazırlamaya geldi. Ailemle vedalaştım. Asansörün kapısına kadar gelen ailem el sallayarak beni uğurladı. Bu arada eşim benimle ilgilenen hemşire hanıma takılarak "Karımı bütün aldınız bütün getirin." diye takıldı. Doğrusu çok hoşuma gitti. Hemşire hanım beni ameliyathaneye götürdü. İlgınç bir yer. Benim de görebileceğim yerde ve açıda ekranlar vardı. Doktorum geldi tanıştık işlem başladı. Ben çoktan pişmanım! Kalbimin tamtamları beynimi zorluyor. Bayıltmadılar kolumda ki katatere ilaç zerkettiler. Açıkcası çok korkuyordum. Hem çektiğim sıkıntılı durumun açıklığa kavuşmasını istiyorum bir taraftan da korkuyordum. Yapılan işlem sırasında üstümde ayağımda ki çoraplardan başka birşey olmaması rahatsız ediyordu. Önce gözümü sıkı sıkı kapattım sonra merakım müslüm geldi. Gözümü ekrana çevirdim. Ekranda damarın içinden yürütülen çok ince boruyu gördüm. Yapılan işlemi takip ettim. 45 dakika sürdü. Müdahaleye gerek kalmadı çok şükür.



Anjiyodan sonra odama götürülmeden önce henüz çıkmamış olan yeşillilerden birine içindeki görülen boruyu sordum. Boruda denmez misine gibi birşey. Cevap pek hoşuma gitmedi. 1 metre 5 cm. Nerdeyse boyum kadar(!) Getirildiğim kadar hızlı bir şekilde odama çıkarıldım. Anjiyo yapılan yere kum torbası koydular. 6 saat bacağımı kıpırdatmamam gerektiği sıkı sıkı tembih edildi. Özel oda olmadığı için müşterek 3 hastalı odayı paylaştık. Önce odada yaşlı mide kanamasından yatan biri vardı. Başında kızı ve torunu vardı. Öyle yayılmışlardı ki odanın 3 de 2 si onların olmuştu. Damadım, kızım ve oğluma gitmelerini söyledim. Yanımda yardımcım ve eşimle kaldım. Kolumda serum yoktu. 

Esas komedi/trajedi anjiyo faslı değil oda komşularımdı. Yeme yasağı olan yaşlı annesinin gözü önünde ziyaretçileriyle bir sofra kurmadığı kaldı. Tencereler, tavalar, oh çokta güzel olmuş nidaları arasında gürültülerinden uyumak mümkün değildi. Yine de gözlerimi kapatmıştım ki gelen çay kaşığı şıkırtılarından yemeklerin bittiğini çay faslına geçildiğini anladım. Gözlerimi hafif açarak baktığımda ikisi 4-6 yaş aralığında 2 çocuk 2 orta okul lise görüntüsünde genç geride galiba 8 büyük kadınlı erkekli bir güruh gördüm. Odada yemek ve nefes kokusu hakimdi. Eşim oturduğu yerde öfkeden kızarmış,saldırmaya hazır boğa durumuna geçmişti. Benim de başım zonklamaya başlamıştı. Eşim "Lütfen hastaları yalnız bırakın. Karımın başı ağrımaya başladı. Odayı havalandırın." diye müdahalede bulundu. Lütfetti de bir kısmı dışarı çıktı. Kalan 2-3 hanım hastaya ben bakmam sen bak kim bakacak diye konuşmaya başladılar. Kadıncağaz kimsenin kendisine bakmak istemediğini duya duya yatıyordu. Bizim 6 saat geçmek bilmiyordu. Birkaç kere iyi durumda olduğumu belirttim çıkmak istedim çıkartmadılar. Onları dinlemekten beni hiç ilgilendirmeyen aile içi dedikodularını duymaktan fenalık gelmişken odaya bir komşu daha taşındı. O da zatürre geçirmiş yada geçiriyormuş. Odanın samimiyetinden olsa gerek yeni yatak komşumla kısa bir selamlaşmadan sonra 40 yıllık arkadaş gibi konuşmaya başladık. Eğitmen olan bu hanım komşu odaya değişik bir renk getirdi. Bir an önce çıkmak için dakika sayıyordum. Eğitmen olan komşu cep telefonundan arkadaşlarınıa arayıp, hastanede olduğunu bildirirken sesinin volumünü yükseltti de yükseltti. Sanırsın ki sınıfta ders anlatıyor. Sonuçta etrafını eğitmekten kendini eğitmeye gerek görmeyen eğitmen arkadaş tam bir eleverir talkımı kendi götürür salkımı gibi oldu.Nihayet beklediğim an geldi. Çıkışımı verecek yetkili odaya girdi.Bandajımı açtı , sızıntı var  2 saat daha burdasınız ama koridorda bir yürüyüş yapın diyice hüngür hüngür ağlamaya başladım. Şımarık çocuklar gibi o zaman düşünemedim ama aylarca hastanede yatanlar var. Çok büyük ayıp etmişim ama yaptım. Koridora çıktım kimsenin elin tutmadan hem ağladım hem yürüdüm.Biraz sonra sızıntı var 2 saat daha var diyen görevli kalp doktoruyla beraber geldi. Doktor kan sulandırıcı  kullanıyor muyum diye sordu. Evet dememle çıkmama izin verdi. Neredeyse sarılıp, öpücektim. 

Allah hastaneleri eksik etmesin ama kimseyi düşürmesin de...                                                                                                                                                                                                                                       

14 Aralık 2017 Perşembe

Masalcı nineler arasına karışıyorum....

Kurbağa Hulki ve ailesi yeni taşındıkları evden çok memnundular. Havuz evlerinin üzerlerinde
rahatça güneşlenecekleri yığmataş platformlar mevcuttu. Oradan havuza atlayıp serinlemekte bir
başka eğlenceydi. Tek sorunları bahçelerinin ortasında bulunan sarı evde oturan komşulardı. Aslında o konuda da şanslıydılar. Adını duya duya ezberlediklerı bayan Tamara veya Mehmet Dede ağaçların ve ciçeklerin bulunduğu bahçeyi her gün iki defa sulamaları onlar için muhteşem bir ekstraydı. Hulki bahçeyi birlikte paylaştıkları kaplumbağa Osman'la henüz tanışmamışlardı.

Kurbağa hulki ve karısı Necmiye yeni havuz evlerinde dostlarına parti vermeye karar verdiler. Kurbağa necmiye övünmeyi ve gösteriş yapmayı pek severdi. Arkadaşları bu davete adeta koşarcasına geldiler ve çok beğendiklerini söylediler. Necmiye hanım misafirlerini çeşit çeşit ikramlarla ağırladı. Özel spesiyalitesi çimen pastası, balık yumurtalı kanepeleri, solucan yahnisi çok beğeniildi. Necmiye hanım yemek üstüne misafirlerini evlerini gezdirmeye başladı. Havuz kenarındaki aksesuar kayalıkları bizim özel güneşlenme terasımız diye anlattı. Daha sonra ıslak çimenleri dolaşırken 2 tane bahçıvanımız var dedi. Bayan Tamara ve Mehmet dede bahçeyi 2 kere suluyorlar arzumuz ve isteğimiz doğrultusunda. Parti bütün hızıyla devam ederken onlar da şarkı söyleyip dans etmeye başladılar. Fakat garip bir durum vardı. hava hiç kararmıyordu. Misafirler gitmeye karar verince bir baktılar güneş doğuyor. Arkadaşlarından kurbağa Cezmi arkadaş senin bu evin var ya tam benlik, gece olmuyor. eğlenceyi bırakmak için sebep yok dedi ve gitti. Misafirler gittikten sonra Necmiye ev işlerine daldı. Hulki bey de bahçede dolaşmaya çıktı. O ara komşuları kaplumbağa Osman'a rastladı. Osman yalnızdı ve düşünüyordu. Karısı Mualla onu terkedeli 2 sene olmuştu. Mualla bir kaplumbağa güzeliydi ve gezmeye çok merzklıydı. Bahçe ona dar geliyor, Her gün kapıya gidip, dışarı bakıp, ah çekiyordu. Gençliğimi, güzelliğimi bu bahçede mi tüketeceğim diyordu. Bir gün kapıyı açık buldu. Arkasına bakmadan, kocasıyla vedalaşmadam alıp başını gitti. O gidiş. Osman iyi huylu, karakterli, beyefendi bir kaplumbağaydı. Gurur meselesi yaptı ve karısını hiç aramadı. Yalnızlığını büyük sarı evde oturan insanlarla paylaşmaya başladı. Öyle ki Aybike abla, Güneş abla "Osman gel" diye çağırıp, onu salatalıkla, dutla besliyorlardı. Osman bu derin düşünceler içindeyken hulkinin sesinin duydu. Komşu ona bizim yüzümüzden mi uyuyamadın diye sordu. Yok dedi Osman. ben erken kalkıyorum. Osman, Hulki'ye şöyle bir baktı. Zavallı dedi içinden. Onun karısı da benimki gibi. Ama o bunu bilmiyor diye düşündü. Hulki Osman'a burada neden gece olmuyor diye sordu. Osman bıyıkaltından güldü. yahu dedi kendi kendine. kurbağalar ne kadar aptal. Sokak lambasının altında ev tutarsa güneş batar lamba yanar, lamba söner güneş doğar, hulki de geceyi bekler. Dalga geçmek istedi. ben ışıkta da uyuyorum dedi. siz de alışın. aradan 3-5 gün geçti. Osman bir baktı hulkiler taşınma hazırlıkları içinde. hepsi de yorgunluktan, uykusuzluktan perişan. taşınmalarını pek istemiyordu aslında. saftirik aileden pek hoşlanmıştı. sorunlarına çözüm bulduğunu söyledi. Hulki`ye "Karın dikiş biliyor mu?" diye sordu. "Havuzun üstüne kocaman bir perde diksin, akşam olunca çekin, güneş doğunca açın" dedi. Hulki o kadar sevindi ki Osman`ın şerefine bir parti daha verdiler. Fakat şarkı seslerinden konu komşu çok rahatsız oldu. Gecenin bir yarısı Mehmet dede balkonda belirdi. bayan Tamara'ya şöyle seslendi. "Yarın bu havuzu kapatacaksınız, suyunu da boşaltın. bir daha bahçede kurabağa görürsem tüfekle vururum." dedi. Bunu duyan kurbağalar bu sefer de üzüntüden uyuyamadılar.

Hulki bey ve ailesi şimdi kimbilir nerede ve hangi partileri hazırlıyorlardır?

5 Aralık 2017 Salı

Jetonum paraşütlü çıktı

Bay P.'nin hayatıma girmesiyle ani durumlarda verdiğim tepkiler de daha çok bir tepkisizlik oldu. Unuttuğum bir şeyi hatırladığımda bile bir süre donuveriyorum. Aslında fazla takıntılı olduğumu söyleyemem. Ama aklıma taktığım şeyler var. Bir kere unutunca sanki hep unutacakmışım gibime geldiğinden bazı şeylere takılmaya başladım. Açık ocak, lamba, ütü, yemek, anahtar gibi şeyler artık not almazsam unutabildiğim için aklıma takılıyor. Evde yalnız olduğum zamanlar dışarı çıkarsam kapıya, evde isem gözümün önünde bir yere yazıyorum.



Evden çıktıktan sonra kafama birşey takılırsa çantamda bulundurduğum küçük deftere not alıyorum. Ancak evde ulaşabileceğim birileri varsa hemen telefon ederim. 

Eskiden yüz hafızamla övünürdüm. Bir gördüğümü bir daha unutmam derdim. Gerek yaş gerek hastalık artık övünememeye başladım. Hatta geçen gün olan bir olaya kendi kendime çok güldüm. Bankada selamlaştığım, göz aşinalığım olan birinin kim olduğunu bir türlü çıkaramadım. Karşılıklı selamlaştık, uğraş uğraş kim olduğunu düşünmekten kafayı yiyordum. Takıntım tavan yaptı ama yine de bulamadım. Sonunda kendimi rahatlatmak için joker cümleyi buldum. Herhalde dizi oyuncusudur diyerek kendimi rahatlattım.
Döndüğümde evin altındaki dükkanlardan birinde oturan adamı görünce bir anda jeton düşüverdi. Paraşütlüymüş benim jeton inmesi zaman almış. Adamın dükkan sahibinin babası olduğunu hatırladım. Ara sıra oğlunun yanına uğrar. Fakat canını yediğim şu diziler sayesinde anlık rahatlamış oldum.


29 Kasım 2017 Çarşamba

Bay P.'ye mektuplar-3

Sevgili Bay P.,

Beni rahat bıraktığın şu birkaç gün iyi geldi. Biraz kendimi toparladım. Ama senin ciğerini bildiğim için bu durgunluğun altından neler çıkacak diye merak ediyorum.
Doğrusu genelde gözden ırak olan gönülden de ırak olur dense de bu sende ters işliyor bilirim.
Durgunluk sonrası benim altın vuruş dediğim denemeyi yapıyorsun. Mesela ayağımın aşırı karıncalanması yüzünden ayağa kalkamamam yada boğazımda oluşan tıkanıklık hissi bende panik yaratırken bir bakıyorum devam etmiyor. Şu sıralar bir de aşırı dalgınlık ortaya çıktı. Bu beni gerçekten endişelendiriyor çünkü kısa süre önce daha tekrarladığım şeyleri bazen 1-2 saat sonra hatırlamıyorum. Terapistime "Eyvah! Bende artık unutkanlık da başladı." dedim, ama unutkanlığımı örnekleyemedim bile. Meğer dalgınlığımdan kaydetmiyormuşum bilgileri. 

Benimle oyun mu oynuyorsun? Dalga mı geçiyorsun?  


Biraz yürümeye kalksam nefesim daralıyor, göğsümde sıkışıklık, kolumda uyuşma, keçeleşme oluyor. Sebebini bilmiyorum. Daha ne numaraların var Bay P.? Beklemediğim şeyleri pat diye önüme atıyorsun. Sinsi ve insafsızsın. Yaptıkların yetmez gibi bir de ben senden kurtulmaya çalıştıkça çelme takıp duruyorsun!

Bilirsin çok severim havuç yemeyi. Geçen gün canım çekti yine kıtır kıtır yemek istedim. Birkaç defa ısırdım, çiğnedim çiğnedim sonra yutamadım! Boğuluyordum! Suyla geçiştirdim. Bir daha yutmada zorluğum olmadı neyseki. Yine de uzunca bir süre havuç yemeyi deneyeceğimi sanmıyorum. Boğulma korkusu bir süreliğine beni pakladı. Tavşana katılıyorum! Sakla havucu, hazırla sonucu oldu benimkisi!







14 Kasım 2017 Salı

Rahmetli Horoz Hüsnü

Çocukken ister prenses olursun, ister doktor, ister öğretmen, ister kovboy, hatta kızılderili olmak için bile engel yok. Kafana takacak bir tüy bulman yeterli. Ben bu tür oyunları çok oynadım. Kovboyculuk da oynadım. Jack oldum. Joe da oldum. Kızılderili  Doğanay olmuşluğum da var. 

Doğanay oldum olmasına da tüyü bulmak meseleydi. Benim de ne yalan söyleyeyim horozumuz Hüsnü'nün tüylerinde gözüm vardı. Bizim Hüsnü kara kara düşünmeye başlayınca bana gün doğdu. Büyükler kara kara düşünmesinden mi yoksa başka sebepten mi bilemiyorum ama kurban edilmesine karar verdi. 


Hüsnü canlıyken nasıl alabileceğim konusunda kafa patlatırken şimdi bütün o güzelim rengarenk  kuyruk tüyleri benim oldu. Üstelik arkadaşlarıma bile yetti. Yakışıklı Denizli horozu rahmetli Hüsnü'nün  mirası tüylerle uzun zaman oynamıştık. Arkadaşlarımın çoğu erkekti çünkü ben bebekle oynamayı sevmiyordum. Bahçemizdeki ağaçlara çıkıp, sallanarak esneklik araştırması yapmıştık. Ayvada karar kılmıştık fakat bu  oğlanlardan birinin kolunun üstüne  düşmesiyle son bulmuştu. Kol ya incinmiş ya kırılmıştı tam hatırlamıyorum. Kovboyculuk oynamak için  hazırlanmak gerekiyordu. Kim kovboy olacak kim kızılderili olmak istiyor. Kıyafetlerin de hazırlanması lazım tabi. Hayalgücümüz bize yön verirdi. Oklar yaylar kendi el emeğimiz olurdu.  Koşma, kaçma, düşme sonucu dizlerimden yara bere eksik olmazdı.

Çocukluğumda ne kadar çok oyun vardı. Kapının önünde oynama izni aldık mı toplanırdık. Oyunlara başlardık. İstop, yakantop, uzuneşek, yağ satarım, ortada sıçan, sek-sek, körebe, saklambaç, yakalamaca, ortada kuyu var yandan geç, kutu kutu pense...daha neler neler! Çok renkli ve güzel bir çocukluk dönemi yaşadığıma inanıyorum. İstanbul yeşildi. Kapımızın önünde  oynayabileceğimiz sakin sokaklarımız, bahçelerinde oynamamıza izin veren komşu teyzelerimiz vardı. Bazen oyuna ara verdiğimiz zaman komşu teyzeler bize ev yapımı limonata bazen de poğaça gibi ikram yaparlardı. Bazı komşu teyzeler de çocukları şımartıyorlar, mahallede gürültüden, çocuk sesinden durulmuyor diye onlara kızardı. Sesleri duyan annem hemen beni eve çağırırdı. O zaman da kitaplarıma dönerdim. Tam bir kitap kurduydum. Geri gelmesi mümkün olmayan o günleri o kadar çok özlüyorum ki...
        

7 Kasım 2017 Salı

Çocuk gözüyle

Geçen kış anılarımı kaleme almaya karar verince nedense aklıma ilk termal geldi. Termal deyince aklıma kocaman rengarenk ortancalar,ardından ormandaki dumanlı dere ve yağmurdan sonra duyulan o güzel koku ve çocukluğumda yaşadığım bir yaz geldi. Bunları yazarken gözüm yağan kara takıldı. Kar tipiye dönmüştü. Birden kahve saatimin geldiğini fark ettim. Canım kahve içmek istedi. Yalnız içmeyi sevmem aslında. Mutfağa yöneldim. Tam o sırada kapı çalındı.”Anneanne ben geldim” diyen torunumun sesini duydum. Sevinçle kapıyı açtım. Torunum, Aykızım ”Sürpriiz anaane sana kahve içmeye geldim. Kahve içtin mi?“ dedi. Ben hayır anlamında başımı sallayınca da ben yaparım diyerek mutfağa yöneldi. Torun elinden kahve içmek bir başka keyifli oluyor. Beraberce hem kar seyredip hem konuşarak kahvemizi içmeye başladık. Torunum bana hatrımı ve neler yaptığımı sorunca ona çocukluk anılarımı yazmaya çalıştığımı söyledim. "Vaktin varsa anlatayım" dedim. O da "Evet Anaane senden sonra eve gideceğim." deyince anlatmaya başladım. 

Rahmetli babamı bilmezsin. Byük deden neşeli, şakacı, değişik mizaçlı bir insandı. O zamanlar üç katlı bir apartmanın birinci katında oturuyorduk. Kocaman bir bahçemiz vardı. Bahçemize annem bakardı. Erik, ayva, şeftali ağaçları, çeşit çeşit çiçekler, bir de tavuk kümesimiz vardı. O zamanlar şimdiki gibi yardımcı teknolojik aletler yoktu. Evimizde yardımcı kadın da yoktu. Herşeyı rahmetli annem yapardı.  Annemler babamlar yedişer kardeşti. Bizde beş kardeştik. Kalabalık bir ailemiz vardı. Evimiz hiç boş kalmaz gelen giden eksik olmazdı.Adeta pansiyon gibiydi.

Bir akşam babam yemek saatinden epeyce geç geldi.Hepimizi masaya topladı ve “Arkadaşım zor durumda olduğu için Yalova Termaldeki pansiyonunu satılığa çıkardı. Bende aldım“ dedi. Herkes bir an sustu. Sonra annem ve ağabeylerim aralarında “Pansiyonculuktan ne anlar ki “ diye konuşmaya başladılar. Babam bir yandan gülerken bir yandanda bana “ Biliyor musun? Bu yaz çok eğleneceğiz “ dedi. Annem hala “Tüccar, terzi adamsın. Ne anlarsın pansiyonculuktan” diye söyleniyordu. Durdum. Kahvemin son yudumunu da içtikten sonra biraz daha su içtim. Tipi durmuş gibiydi. Aykızım “Anaaneciğim sonra ne oldu?” diye sordu. "Şimdi devam ediyorum" diyerek başladım.

"Böylece Termal günlerimiz başlamış oldu. Haftasonları evdeki misafirlerimizi de alarak pansiyona gidilirdi.Oldukça kalabalık olduğumuz için pansiyonu biz doldururduk. Gelen müşteriye yer kalmazdı. “Pansiyonumuz dolu. Hiç yerimiz yok.“ denirdi. O dönemden hatırladıklarım arasında birden bastıran ve birden kesilen yaz yağmurları var. Gümbürdeyen gökgürültüleri ve çakan şimşekler hiç hoşuma gitmezdi. Gök gürlemeye başladığı zaman hemen annemin yanına koşardım. Büyük ağabeyim bana Dede Korkut hikayeleri okurdu. O kadar dikkatli dinlerdim ki gökgürültüsünü unuturdum. Birden kesilen yağmurun ardından yayılan güzel koku hala burnumda. O yaz öyle geçti. Babam doğal olarak hiç para kazanamadı. Üstüne bir de zarar etti. Ama pansiyonculuktan da hevesini aldı. Pansiyonu elinden çıkardı. Sonuçta ben çok eğlendim. Kaplıcanın, havuzun tadını çıkardım. Ben hariç bütün aile, çok yoruldu. Sustum. Torunum “Anaaneciğim bitti mi yoksa yoruldun mu? Öyle güzel anlatıyordun ki” dedi. Ben de "Biliyor musun aslında o günleri hatırlayıp, anlatmak benim de hoşuma gidiyor." cevabını verdim. “Peki sonra hiç termale gittin mi anaane” diye sordu. "Dedenle balayımızda birkaç gün orada kalmıştık. O zaman görmüştüm. Bizim pansiyonun yerine otel yapılmıştı. Otelin etrafında dolaştık. Çocukluğumdaki o gizem, o tat yoktu. Ya eskiden de böyleydi ya da ben çocuk gözlerimle hayal gücümü birleştirerek bir rüya alemi yaratmıştım. 2 gün kaldık. Yağmur da yağmadı. Ormanda derenin dumanları arasında yürürken Dedem Korkut söylemiş bakalım ne söylemiş diyen ağabeyimin sesi kulağıma gelir gibi oldu.  O günleri anmak garip, buruk bir tat verdi. O günden bugüne kayıplarımız ve doğanlarımız oldu. Kayıplarımızı rahmetle anıyorum. Dünün çocukları olan bizler, ailenin şimdiki büyükleri olarak anılarımızı anlatarak, dünden bugüne köprü olmayı düşünmeliyiz." dedikten sonra torunumla vedalaştım. Daha anılarımdan kopmamışken içimden gelen şu dizeleri mırıldandım.

Geçmişte yaşanan güzel günler 
Anılarla taşınır bugünlere
Bizde kalan geçmişin anıları
Hatıra kalır sevdiklerimize

2 Kasım 2017 Perşembe

Bay P.'ye mektuplar -2

Sevgili Bay P,

Bu ikinci mektubum. İlk mektubuma verdiğin cevap davranışlarınla oldu. Bu cevap çok sert oldu. Öfkenden her zaman önce ben nasibimi alıyorum. Yine de söylemeden edemeyeceğim. Vefalısın vefalı olmasına da, bir arsızllık da söz konusu. Artık neredeyse yeter deyip, terki diyar etmek istiyorum. O zaman da öyle uzaklaşıyorsun ki, ben de bir havalara giriyorum. Kendimi toparlıyorum. Vefalı olmak güzel. Fakat sakız gibi hergün, her saat, her mevsim aralıksız seninle yaşamak zor. Bana kazandırdıklarını da al git.


Beni bana bırak da git….

24 Ekim 2017 Salı

Bay P.'ye mektuplar- 1

Herkes sevgilisine mektup yazar. Ben Bay P.'ye yazıyorum. Ne de olsa mazimiz ve seviyeli bir birlikteliğimiz var. Başlarda onu kabullenmem çok zor oldu. Sanırım sonunda birbirimize alıştık. Aslında çok tahakküm edici. Ben mesafeli olmaya çalıştıkça o samimi olmaya çalışarak aramızdaki mesafeyi azaltmaya çalışıyor. O gayretkeşlik içerisinde mesafeyi daraltıyor. Fakat bu benim için hodri meydan demek! İte kaka 6 seneyi devirdik. Hanımlar yaşını söylemez ya ben de ilişkimizin süresini biraz indirime tabii tutuyorum.



"Sevgili Bay P.,

ben senden bıktım, usandım. Uzatmalı sevgili rolü beni boğuyor artık. Düş yakamdan. Bunu söylüyorum ama sensiz hayat da çok anlamsız hale gelirdi. Evet, Bay P. benden çok şey aldın. En kıymetlı yıllarımı, sosyalliğimi aldın. Mücadeleden, senin için ilaç içmekten bıktım. Öte yandan da bana kazandırdıklarını düşününce, seninle birlikte kendimi yeniden keşfettiğimi itiraf etmek zorundayım. Bir yandan senden nefret ediyorum. Bir yandan da sana minnettarım. Git artık! Yok yok gitme! Kararsızım sensiz hayat mı seninle mücadele mi daha iyi. Ben sana git dedikçe sen zaten daha da sırnaşıyorsun. Arsızsın! Seni hayatımdan kovabilsem eski halime döner miyim diye endişeleniyorum. Yeni ben daha eğlenceli, daha renkli! Sanırım dönemem. Askerlik olsa sayılı gün çabuk geçer derdim. Sen sayılı günlük de değilsin ki! Neredeyse ömürlüksün. Kurtulmak için sayabileceğim gün de yok. Bir gün senden kurtulabilmem için ilaç bulacaklar da gün saymaya başlayabilirim diye ne kadar dua ediyorum bilemezsin. Benden şimdilik bu kadar.

Benden çok çok uzakta olman dileklerimle.

Şimdilik hoşçakal!"

 

22 Ekim 2017 Pazar

Suçlularda inecek var!

Ne kadar kabul etmek istemesem de sonbahar sabah akşam kendini hissettiriyor. Yapraklar sararıp, dökülmeye başladı. Bahçedeki elmalar "Artık zamanımız geldi. Topla bizi." diyor adeta. Sabah kalkınca kendimi çok yorgun ve halsiz hissediyorum. Bu artık genelime tekabül etse de kendi kendime farkı hisssedebileceğim kadar arttı. Kronik bir melankolik hava ve yorgunluk taşıyorum sırtımda. Hamal misali takılıyoruz.

Mevsim dönüşü Pazartesi sendromu gibi giyinip, geliyor sabahları.



Bombalar artık yakınıma düşmeye başladı. Çok sevdiğim, canımın parçaları insanların ciddi hastalıklarla mücadelelerine seyirci kalıyor olmak da cabası. Ancak tez şifa bulmaları için dua edebiliyorum. Eşimde de geçti dediğimiz hastalık nüksedince, can canı arar pozisyona geldik. Hasta evinden hasta evine hal hatır soruyoruz. Destek olmak adına elimden geleni yapsam da ne yalan söyleyeyim bile bile lades olmuş olmak da ağrıma gidiyor. Ah keşke şu zararlı alışkanlıklardan vazgeçirebilseydim de kendimi faydalı olmuş hissedeydim.

Bu kadar birikim olunca az biraz isyan ediyor insan. İsyankarlığım beni bile rahatsız ediyor. Bu huysuzluğumun suçlusunu bulmak istiyorum. Suçlu her neyse bir sonraki durakta indirmek istiyorum! Suçlularda inecek var!

17 Ekim 2017 Salı

Facebookta robot çalışmıyormuş! Uyarmış olayım!

Bu aralar garip garip işler yapıyorum. Kendimin dışındayım sanki. Dağılıyorum sanki....
Arada komik şeyler de oluyor ama!

Her zaman yaptığım gibi facebooka girdim. Tanıdıklarımızdan birinin ölümünün duyurulması ile ilgili bir yazıya yorum yapayım dedim. Taziye yazarken nereye tıkladıysam birden kahkaha beğenisi çıktı. Silmek istedim, olmadı. Değiştirmek istedim, olmadı. REZALET!!!!
Ne yapacağımı şaşırdım. Face yardım ekibinden yardım istedim. Durumu anlattım. Bir anda ekranda yuvarlak bir çerçeve içinde gülen bir yüz belirdi. Bende oluşan mantık da "Vay be! Teknolojiye bak! Demek face yardım ekibinde bile robot kullanıyor artık." Neden robotsa? "Robot" bana hoşgeldin, nasılsın dedi. Ben büyük bir hayranlıkla cevap verdim. Bu arada adı uzman ilaç gibi bir şeydi. Nerdeyse oo robot bey diyeceğim. Çok kibar. Hal hatır soruyor. Neyse.. Ben başladım. "Robot bey, ben beğenide yanlışlık yaptım. Nasıl düzeltebilirim?". Gelen cevap, " Hanımefendi ben robot değilim. Ayrıca anlayamadım sizin sorununuz ne?" Bunun üzerine dondum, kaldım. Ardından affedersiniz yazdım ama hemen de kapadım. Meğer adam benle arkadaş olmak istermiş. Ne bileyim ben. Ben sanıyordum ki face yardım ekibi robotu cevap veriyor.

Diyeceğim o ki facebook bile benim yaratıcılığımdan kaçamadı :)


28 Eylül 2017 Perşembe

Kişisel alanım kutsaldır!

Zaman zaman kendi kendimi garipsiyorum. Gerçekten! Başkasının hayatına müdahale etmeyi saygısızlık olarak görüyorum. Fakat konu çocuklarım olunca kendime her zaman hakim olamıyorum. Karışıyorum. Bunu tahakküm olarak almayın. Kişisel alana müdahale çocuk da olsa büyük de olsa aynı şey. Kişisel alan deyince ilk aklıma gelen kelime mesafe. Bu mesafe sadece fiziksel değil aynı zamanda ruhsal da bir mesafe. Görünmeyen, gizli alan. Elbette bu mesafe ailem ve yabancı insanlar için farklı. Hepsinin ortak yanı ise mutlaka bir mesafe olması.


Dedim ya ben de bazen çocuklarıma karışmadan edemiyorum. Bunu yaptığımda kendimden çıkan mesafeyi sıfırlıyorum. Hatta onların kendileri için belirlediği mesafeden de çalıyorum. Yaptığım farkında olmam, yapıyor olmamı değiştirmiyor. Bunu frenlemeye çalışsam da kendimce analarıyım diye hak buluveriyorum. Koruduğumu sanıyorum aklım sıra. Ben yaptığımın farkındayım da, bana yapıldığı zaman kim ne kadar farkında bilemiyorum. Acaba onlar da fark edip, kendilerini frenlemeye çalışıyor mu?

Kişisel alanım hayatım boyunca sürekli değişti ve gelişti. Her zaman da bir müdahale vardı. Yakın zamana kadar normaldir diyip, idare ediyordum. Son zamanlarda artık bütün bardaklarım taştı ve kişisel alanıma fazlasıyla düşkün hale geldim.


Sahip çıkmaya çalışıyorum. Benim yaşımda ve sağlığımda bir insana çocukmuşcasına "Hadi artık yat." veya sanki ufak çocuğa zıttını söylerlerse yapacakmış gibi " Aman sakın erken yatma." denmesi kişisel alanıma müdahaleyi de geçiyor artık üzerinde tepinmek oluyor. Benim yerime yemek söylenmesini, dinlediğim müziğe karışılmasını, yaptığım şeyleri ne şekilde yaptığımın eleştirilmesini hiç örneklemek bile istemiyorum. Bir de bu alanıma müdahalelerini ilgi göstermek zannetmeleri beni şaşırtıyor. Ben aynısını geri yapsam ne altım kalır, ne üstüm. Bu söylediklerimi misilleme olarak söylemiyorum. Yalnızca hayatımda karşılıklı saygının kişisel alanımla ne kadar orantılı olduğunu göstermek istiyorum. İstekler ve zevkler beraber yaşayınca farklı da olsa insan orta yolu bulmayı öğreniyor.

Saygıyı kaybetmeden orta yolu bulmak emek, sabır ve hoşgörü gerektiriyor. Birçok yaşıtımda şahit olduğum gibi bende de "Bu yaşımdan sonra hiç sineye çekemeyeceğim, uğraşamam. Herkes kendi önünden yesin. " sendromu var. İş böyle olunca canım kültürüm, hayat boyu uğruna hareket ettiğim değerler camdan dışarı uçmuş oluyor. Malesef! Gelin görün ki komşunun bile bir yere giderken "Nereye gidiyorsun?" demesi aramızdaki tanışıklık seviyesine göre abese iştikal edip, bazen kocamın dahi müdahale etmediği alanıma girişi oluyor. Velhasıl samimiyetle ilgiyi, ilgiyle müdahaleyi karıştırmamak lazım. Çözümünü bulmuş olsam ben kendim uygulamış olurdum.. yani kelin merhemi, terzinin söküğü muhabbeti....çözüm önerilerine açığız efenim!

23 Eylül 2017 Cumartesi

Kadınlar kadınlar.....

Son zamanlarda kadın hakları, kadınlara yapılanlar veya kadınların yaşaması gerektiği şartlar gibi haberler facete ve hatta genel olarak gazetelerde de gündemi oluşturuyor. Baktım ki haberlerden kaçamıyorum! İnsanın içinden kadınlar kadar taş düşsün kafanıza demek geliyor. 



Sonra acaba hep mi böyleydi diye düşündüm. Korunaklı bir ailede büyüdüm. El üstünde tutuldum ama bir yandan da o zamanlar kadınların okumasından ziyade iyi ev kadını olmaları ön plandaydı. Yani iyi ev kızı olmayı da öğrendim. Çok içimde kalmış olsa gerek ki sık sık yazıyorum, okumak istediğim halde okuyamadım. Evlenip, çocuk çoluğa karışmak çok mühimdi o zamanlar! Toplumda kadının yerinden çok ailede kadının yerini düşünürken buluyorum kendimi. Cumhuriyet tarihine ve kadının yerine girersek bu yazı çok uzar. Özetle bugünkü gibi kadının ezildiği değil kadının el üstünde tutulduğu bir kültürel mirasımız var esasında. Hanım lafının "han" kelimesinden gelip, benim hanım anlamında olduğunu biliyor muydunuz?

Tesadüf yazımı yazdığım bugün evlenme yıldönümüm. 45 senelik evlilik hayatımda her zaman fikrim
sorulmuş, sonuçta eşimin uygun bulduğu olmuştur. Seçenekleri ben hazırlarım. Piyasa araştırması yaparım, ararım, dolaşırım. Sonuçta eşim bakar karar verir. Bu alınacak eşyada da eve gelecek misafire ikram olarak düşündüğümüz yemek menüsünde de böyle. Alışmışım herhalde ki itiraf etmeliyim aslında bu bana kolaylık sağlıyor. Özellikle ikram gibi konularda ben yine bildiğimi okuyorum… Bazı  ilaveler yaptığımı masada görüyor. Ses çıkaramıyor. Burada konu fazla ikramın  misafiri rahatsız edeceği kaygısı. Bu bizim ailede sadece eşime ait bir kaygı. Ben öyle düşünmüyorum.

Son birkaç yıldır artık kararlarımda daha bağımsızım. Kendimle ilgili kararları kendim veriyor ve uyguluyorum. Üstüne basa basa kendim diyorum çünkü öyle değildi. Sonuçta  “sen çok değiştin” deniyor. Doğrudur ama  ben böyle  daha mutluyum. Bu halimle kendimi olgun, erişkin bir Cumhuriyet kadını olarak görüyorum ve bu beni mutlu ediyor.


7 Eylül 2017 Perşembe

Güvenlik önemlerimi alıyorum!

Bu sene önceki yıllara göre kendimi çok daha iyi hissediyorum. Kendimi iyi hissetmeme rağmen güvenlik tedbirlerimi elden bırakmıyorum. İçinde bulunduğum seneden itibaren sanırım beş yıl yaşarsam bu halimi koruyabilirim diye düşünmek ve buna inanmak istiyorum. Çok şükür Parkinsonlu görüntüsünden kurtuldum. Bakışlarım, yürüyüşüm herşeyim normal. Normal hissediyorum, hissedince de öyle göründüğümü düşünüyorum. Benim hissettiğimi görenlerin söyledikleri de destekliyor. Bu durum bana moral veriyor. Moralim düzgün olunca da hayatımı daha rahat devam ettirebiliyorum.

Dikkat ettiğim belli başlı şeyler var. Bunlar,

1. Merdiven çıkmakla yokuş çıkmak arasında tercih yapmam gerekirse merdiveni tercih etmek. Mesela yazlıkta denize giderken yokuşu rahat iniyorum. Dönüşte ise merdiveni tercih ediyorum. Yokuştan çıkmaya mecbur kalırsam da geniş S'ler çiziyorum.

2. Evde yalnızsam, dışarı çıkarken bakmak için çıkış kapısına görebileceğim şekilde notlar yapıştırıyorum. Işıkları unutma, ocağa bak, anahtar almayı unutma gibi şeyler yazıyor notlarımda.

3. Evde masa başı işim varsa ocaktaki yemeği unutmamak için alarm kuruyorum. Bunu daha önce olduğu ve hiiiiç üstüme alınmadan başkası yemeğini unutmuştur diye düşündüğüm için yapmaya başladım.

4. Arada parmaklarım kilitlenmeye başladığı için birşey soymam gerektiğinde yardım istiyorum. Ya uğrayan birilerinden yardım istiyorum yada kimse yoksa haşlayıp elimle soyarak bıçak kullanmamanın yolunu buluyorum.

Geçen senenin çok seyredilen dizilerinden biri olan Paramparça'daki başrol oyuncularından biri rol icabı Parkinsonluydu. Bir ayak kilitlenmesi sahnesi görmüştüm. Onu gördükten sonra çok etkilenmiştim. Kendimce tedbir olsun diye mutlaka yaya geçidinden ve mümkünse herkesle beraber karşıya geçmeye başlamıştım. Yine öyle yapmakla birlikte öğrendiğime göre  bu kilitlenme birden olmuyormuş. Önceden bazı belirtiler veriyormuş. Oturup, kalkarken zorluklar yaşanmaya başlıyormuş.

Sanırım benim en büyük şansım terapistimi haftada iki gün görmem. Böylelikle hem o değişikleri fark edebiliyor hem de ben düzenli aktarımda bulunabiliyorum. Şimdi önümüzdeki 5 sene olabilecekleri düşününce çok da hayal edemiyorum. Ama gün geçtikçe ve semptomlarım değiştikçe güvenlik önlemlerimi de onlara göre değiştirip, artırmayı planlıyorum.



31 Ağustos 2017 Perşembe

Bayramımız kutlu olsun!

Ben bu kurban bayramında içimden geçenleri paylaşmak istiyorum. Kurban bayramını bayram olarak görenlere tabi saygım var. Ancak benim içimi sızlatan birşey var...Bana göre can almak Allah'a mahsus. Evet, ben de et alıyorum ve yiyorum. Fakat kasabım ben alsam da almasam da et satıyor. Kurban bayramında benim adıma benim için bir can alınmasına karşızım. Keşke kurban parasıyla Allah rızası için bir hayır işlenseydi de bayramı vicdanıma dokunmadan gönül huzuruyla kutlayabilseydim.


29 Ağustos 2017 Salı

İmza günlüğüm bile var!

Terapistimin verdiği yazı konusu Parkinson'da  günlük tutmanın  önemiydi. Eve gidince bunu düşündüm. Otururken gözüm oğlumun büfe üzerindeki küçüklük resmine takıldı. Gülen güzel çocuk
gözleri beni aldı o günlere  götürdü. Anılar arasında gezinirken Dr. Fadıl beyi hatırladım. Kızımın da oğlumun da doktoru oydu. Günlük tutmamı o da önermişti. O zaman çocuklar için tabi ki. Şimdi de kontrole gittiğim zaman doktorum bana “Nasılsın?” dediğinde kabul günündeki nezaket icabı gibi ”iyiyim, ya siz? “  dememi beklemiyor. Onun sorusunun karşılığını son kontrolden bu yana neler yapıp yapamadığımı, nelerin değiştiğini, moral durumumun nasıl olduğunu düşünerek veriyorum. Cevaplarım doğrultusunda hastalığımın seyrini takip edip, ilaç dozumu ayarlıyor. 

Bu durumda günlükten doktorun cevapları çıkmış oluyor. İlginçtir ki, günlük beni, ben günlüğü programlıyorum. Şimdi öyle günü gününe günlük tutmuyorum. 2 sene evvel terapistimle bir yandan biyografi çalışması yapıyor, bir yandan da gündelik yaşamımı ve zorluklarımı takip etmek için hakiki günlük tutuyordum. Yazdıklarımdan hem ruh halim hem de fiziksel ve akıl olarak nerelere yönelik çalışmamız gerektiğini anlamada çok yardımcı olmuştu. Hala günlük tutuyorum ama tatillerde, özel günlerde veya terapistimle daha nadir görüşebildiğimiz dönemlerde yazıyorum. Terapistimle daha sık görüştüğüm için bugünlerde günlük hayatımı ve karşılaştığım zorlukları yazmak yerine sözlü aktarmayı tercih ediyorum. Çok uyanığım ya! Böylelikle yazma işini terapistim üstlenmiş oluyor!!!

Şaka şaka! Uyanık olduğum için değil bilgisayarla çok cebelleşmem gerektiği için bu yöntemi tercih ediyoruz. Sanki yeni bilgisayar almışım gibi, tuşlar kilitleniyor, cümlelerimin yarısı kayboluyor. Ben de kendi kendime sinirlenip, duruyorum. Kimden yardım istesem farklı bir şey söylüyor. Anlık düzeliyor sonra tekrar bozuluyor. Sanki bilgisayarımın kendi iç hayatı var da bana kapris yapıyor. 

Normal günlük dışında bir de imza günlüğüm var! Hastalığımın ilk 1-2 yılında  imza sorunum  olmuştu. Elim titrediği için her imzam farklı ve normalinden bozuk oluyordu. Bankada  imzamı düzgün atamadığım için tereddüte düşmüşlerdi. Ben de bunu terapide söylemiştim. Terapistim de bana bir imza defteri edinmemi ve her gün imzalamamı tavsiye etmişti. Bu da imzam gerektiğinde tereddüte düşenlere gösterebilmek için bir kaynak oldu. Hala her gün olmasa da aklıma geldikçe bu ödevi yapmaya devam ediyorum. İnanır mısınız bilmem ama imzam düzeldi. Şimdi de düzgün imza atmam sebebiyle şüpheye düşüyorlar!!!

Bugünkü yazımı bitirirken bir de bayram üzeri itirafım var. Hastalığımın ilk teşhisi sonrası terapiye başladığımda ödevlerimi sıkı bir özdisiplinle yapıyordum. Ödevlerimi biraz geciktirsem veya aksatsam dünyanın sonu gelecekmiş edasıyla hareket ediyordum. Hastalığa alışmamdan mı, terapistime alışmamdan mı yoksa tutturduğum yolun doğru olduğunu ve kötü yerine iyiye gittiğimi gördüğümün verdiği rahatlamadan mı bilemiyorum ama....şimdilerde biraz daha az disiplinliyim.. Cumaları serbest kıyafet :)






22 Ağustos 2017 Salı

Face'te ben de varım..

Torunumla konuşurken dedesinin sık sık "Kızım şu telefonunu yemek yerken bari bırak" demesinden konu açıldı. Ona "Sizin kuşak bizden çok farklı teknoloji sizi esir aldı. Adeta konuşmanız, okumanız, her şeyiniz bir alet aracılığı ile oluyor." dedim.

Torunum hiç birşey anlamamışçasına "Nasıl yani? " dedi. Ben de konuştukça konu uzadı. Duyduklarına inanamadı. Konunun bir tarafı face'e geldi. Biz hiç face falan bilmezdik dedim. Sonra düşünmeye başladım.

Benim de face'im var!

Hepimizin hayatında belirli bir yeri ve önemi var. İnsanda alışkanlık yapıyor. Önceleri hepsini okumaya ve cevap vermeye çalışıyordum. En azından bir beğeni atarak baktığımı belli etmek istiyordum ayıp olmasın diye. Sonra yetişemediğimi görünce vazgeçtim. Şu anda 999 tane okunmamışım var. Sanki gece ihtiyaç için uyanan face'e bir şey koyuyor. Ben bir ara yorgunluktan hepsine ara verdim, bıraktım. Benim zamanımı çalıyor. Zaman harcamak için süper…

Uykum gelmediği zamanlarda, ki bu çoğunlukla oluyor, okumak, şarkı dinlemek eğlenceli olabiliyor. Ben face'i biraz da eskiden kuaföre gittiğimiz zaman okuduğumuz (vakit geçsin diye) magazinlere benzetiyorum. Zaman harcamak konusunda böyle yazdığıma bakmayın. Ben de kendime hakim olamıyorum. Bir laf vardır "Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma". "Bana ne elin bahçesinden domatesinden" derken baktım ki ben de bahçemin domatesinin resimlerini koymuşum. Gençliğimde (aslında yeni tanımlara göre hala gençlerden sayılıyoruz) canlı canlı karşındakini gözünün içine bakarak konuşma, arkadaşlık, ses tonundaki farklı duyguların önemi vardı. Şimdi face'de belki yüzünü yıllardır görmediğin yada ayda yılda bir gördüğün insanları takip ediyorsun. Sanal, mekanik… Kelime  haznem  konuşmadığım için gitgide zayıflıyor. En çok kullandığım evet ve hayırdan ibaret oluyor. Gözleri çok yoruyor sürekli ekrana bakmak. Ara verdiğim  zamanlarda bahçeye gidip çimenlerdde oturmak yatmak bana terapi gibi geliyor. Zaman zaman eski zamanlara kayıp düşünmek hoşuma gidiyor. Çocuklarım küçükten onlarla oyun oynardım. Onlar da ben de eğlenirdik. Face günlük haberleri takip etmek için son dderece başarılı. Uzaktakilerle iletişim imkanı da muhteşem.  Bir de o garip tercümeler alıntılar var ya o da başka bir alem.

Zaman zaman nerden nereye geldik, acaba bundan sonra neler çıkacak diye düşünmeden edemiyorum. Biraz kara mizah olacak ama beni güldürdüğü için karikatürümü de paylaşacağım!




8 Ağustos 2017 Salı

Kullanım kılavuzum

DİKKAT! Bütün kullanım uyarılarını"güvenlik bilgileri" başlığı altında bulabilirsiniz.

Genel Bilgiler

Düzenli hayat her zaman gereklidir. Yaşam kalitesi ve zaman kullanımda fayda sağlar.

Hareket ve İşlevler

 9:00: Kahvaltı ve sonrasında ilaçlarım
12:30-13.30: Öğle yemeği ve sonrasında ilaçlarım
20:00: Akşam yemeği ve sonrasında ilaçlarım
22:00: İlaçlarım 

Gün içerisinde esnek saatlerde 20 -25 dakika jimnastik, türk kahvesi, yazın yüzme kışın yürüyüş günümün önemli parçaları.

Sosyal İlişkiler

Sosyal ilişkilerim ağırlıklı olarak telefon üzerinden yaşanıyor. Cumaları oğlum ailesiyle gelir. Kızım ve ailesiyle yazları ağırlıklı telefon üzerinden, kışları ise düzenli olarak haftada bir gün görüşüyorum. Ailemi ek olarak gördüğüm sürpriz günleri de iple çekiyorum. Arkadaşlarımla da çoğunlukla telefonlaşmakla birlikte seyrek de olsa görüşebilmeyi başarıyoruz. Onun dışında bir de yolda karşılaştığım tanıdıklarla selamlaşırım.                    

Bütün bu söylediklerim günüme göre dalgalanmalı seyreden moralimle bağlantılı olarak daha çok veya daha seyrek olarak değişebiliyor. Düzenli ilaç kullanımım sayesinde hareket ve uyum sağlamada daha yüksek bir yaşam kalitesi görebiliyorum.

UYARI: Enerji seviyesinde dalgalanma görülebilir! Düşük seviyelerde pozitif enerjiye ihtiyaç duyar!


Güvenlik bilgileri:

Sinirim eskiye oranla çok daha hızlı bozulabildiği için,
1. sinirliyken üzerime gelinmesi,
2. yapabildiklerime yapamıyormuşum gibi müdahale edilmesi,
3. ben söz sahibi değilmişim gibi benim yerime konuşulması,
4. elimden geleni yaparken yapmadığımın iddia edilmesi
kaçınılması gereken davranışlar.

Bu davranışlar sergilendiğinde ya ortamı terk ederim, ya başka birşeyle meşgul olurum veya karşımdaki her kim olursa olsun hayat pastamın sadece bir dilimi olduğunu kendime hatırlatarak kendimi sakinleştirmeye çalışırım. Yine de davranış devam ederse isyan edebilir veya daha fazla sinirlenip, istemediğim tepkiler verebilirim.


Teknik bilgiler:
                               
Vücut sıcaklığı: 36.7 °C
Sinirlendiğimde hissedilen: 42.0 °C
Torun görünce hissedilen: 37.0 °C

Tansiyon: hap ne derse o
Sinirlenince hissedilen: 200/180
Torun görünce hissedilen: 120/80


               DİKKAT! KIRILGANDIR.  PAMUK ELDİVENLE YAKLAŞINIZ. DOĞRU
                                   KULLANILDIĞINDA PAMUK GİBİDİR.         



27 Temmuz 2017 Perşembe

Garip ama kötü değil!

Artık bazı şeylerin anlamı değişmeye  başladı. Aslında beni uzun zamandır görmeyenler daha iyi göründüğümü, hastalığın başlarında daha kötü olduğumdan bahsediyorlar. Bunu nelere borçlu olduğumu benim kadar biliyorsunuz. Kendim de farkındayım. Merdivenleri rahat çıkabiliyorum. Yüzebiliyorum. Diyetisyene gittiğimi söylemiş miydim? 8 kilo verdim! Biraz da onun rahatlığını yaşıyorum. Devam ediyorum. Hedefim 5 kilo daha vermek.
   
Yaz geç geldi. Herşey tuhaflaştı. Bu yaz da bir garip geçiyor...Ama garip demek kötü demek değil! 

Sabah erken kalktığım zaman daha mutlu oluyorum. Sabahın tatlı sessizliğini bozan kuş sesleri,  kırağı yağmış çiçeklerin, çimenlerin görüntüsü hoşuma gidiyor. Eşimin eseri olan bahçemiz gerçekten güzel. Bahçeye çıkarak veya balkondan bakarak  çay içmek hoşuma gidiyor. Yazlıkta yaşam kışlık şehir hayatından çok farklı. Burada  anahtar sözcük "moral". Moralim iyiyse herşeyi daha rahat kabullenebiliyorum ve görüyorum. Bugün de gayet iyiyim. Eşimle aşağı yukarı 20-25 dakika süren sabah sporumuzu yaptık. Denize gitme zamanına kadar ben yine çok meşgulüm. Çok şey yapıyorum ama sonunda yırtıp atıyorum.  



Denize giderken kitaplarımızı, gözlüklerimizi, yazarsam diye bir karalama defteri ve kalem alıyorum. Beraber masadan kalkmamıza rağmen ben yavaş hareket ettiğim için eşim benden önce denize girdi. O hızlı yüzdüğü için uzaklaştı. Deniz adeta bu yazın en güzel halini yaşıyordu. Temiz, berrak, çarşaf gibi. Sanki bana "Gel! Gel! "der gibiydi.



Telaşsız, sakin, yavaş yavaş bir saat kadar kaldığımı eşim sonradan  söyledi. Eşimle denizin ortasında karşılaştık. O yine  hızla yanımdan geçerek  sahile doğru uzaklaştı. Sudan çıkmadan hatta bir de yanından geçenlere taktik ve tavsiyelerde bulundu. Ben yavaş yavaş çıktım. Oldukça yorgun olmama rağmen duşumu aldım. Buz gibi bir Bomontiyi de bitirip, eve dönüş yolundaki merdivenlere doğru yürüdüm. Merdivenler oldukça zorladı. Akşam saatleri bahçede müzik dinleyerek bir bardak çay içerek ve içimden kendimle hesaplaşarak geçti. Yemekten sonra oturdum.Yorgundum ama uykum yoktu. Uykum gelmeden yatarsam falcı bacılar gibi düşün kur, çöz, senaryo üret, koyun say, keçi say, hesap karışsın baştan say, sinirlen uykun kaçsın modunda olmak kötü. Son zamanlar yaptığım  gibi oldukça geç yatıp, başım yastığa uzanırken, değmeden uyuyup, değdiğinde de rüya görmeye başlamak güzel şey. Bence bu kadar yetmeli.


14 Temmuz 2017 Cuma

Aklımda!

Uzun zamandır adeta günlük yazıyormuşçasına yaşadıklarımın bir kısmını paylaştım. Günlük yazmak Bay P. ile tanışan insanlar için ne zaman neyi yapabildiğini takip edebilmenin en kolay yolu. Geri dönüp, baktığım zaman aslında geçtiğimiz yıllar içinde birçok konuda daha iyiye de gittiğimi görüyorum. Kötüye giden şeyler de var ama Allaha şükür verdiğim mücadelenin sonuçları olumlu. Beni uzun zamandır görmeyenler hastalığın ilk yıllarına nazaran daha iyi durumda olduğumu söylüyorlar. Demek ki  boşa uğraşmıyorum.

Bir itirafta bulunmak istiyorum.

BIKTIM! 

Her an "aklımda" demekten, ilaç içmekten, kontrol edilmekten gerçekten bıktım. Bu benim hakkım. Bu mücadeleyi bırakacağım demek değil. Her gün ilaç almak zorunda olan tonla insan var. Eminim ki hepsi benim gibi bir noktada "yeter" demiştir. Usulune göre bir rehber ile hareket etmek, doktor, terapist, pilates hocası, hakikaten kötüye gidişatı yavaşlatıyor. Bunlar için de sabır, moral, destek gerekiyor. Kendim için en önemli faktörlerden birinin moralim olduğunun uzun süredir farkındayım. Gel gör ki neyin yararlı olduğunu bilmek uygulayamayınca işe yaramıyor. Yine de elimden geleni her zamanki gibi yapıyorum...

Hep araştırmalar diyip duruyorum. Takip ettiğim Michael J. Fox derneğinin sayfasında ilaç araştırmalarında yenilik olduğu zaman terapistimle konuşuyoruz. Acaba bu ilaç bu sefer deneme aşamasını geçip, pazara çıkacak mı diye sorguluyoruz. O kadar çok çare bulundu haberi çıkıyor ki içimde bir his ha çıktı, ha çıkacak diyor. En son okuduğumuz araştırma bir protein aşılama tedavisi. Şu anki araştırma aşamasında başlangıç seviyesi Parkinson hastalarında hastalığı 86% yavaşlatıyormuş. Bu çok büyük bir gelişme! Umut kaynağı! Tünelin sonunda ışık görünüyor gibi...

(Bugünkü karikatür için de Selçuk Erdem'e teşekkürler!)


Haberi okumak isteyenler için web sayfası:

https://www.michaeljfox.org/foundation/news-detail.php?vaccine-for-parkinson-reports-positive-results-from-boost-study


30 Haziran 2017 Cuma

Bu blogu neden yazıyorum?

Ben bu blogu neden yazıyorum?

Aslında bilmiyorum. Terapistim bir seans sırasında yazmaya başlamamı önerdi. Dünyanın farklı yerlerinden Parkinson'lu insanların yazdığı bloglara baktık beraber. Türkiye'de ise böyle bir blog yazan bulamadık. Ben de kolları sıvayıp, yazmaya başladım.

Blog yazmayı bırakın, blogun ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Terapistim konu veriyor, ben de aklıma gelenleri yazmaya çalışıyordum. Zamanla konu önerileri getirmeye başladım. Kimi yazı benim belirlediğim konu oluyor, kimisi de terapistimin önerdiği veya beraberce önemli bulduğumuz konular oluyor. Benim için bir nevi de günlük işlevi taşıyor. Terapistim önermese hiç aklıma gelmeyecek bir şeydi. Gelse de cesaret edemezdim. Ben kim blog yazmak kim bile demişliğim var. Sandığımdan daha rahat gitti. Yazdıkça rahatlıyorum ve kendimi daha az yalnız hissediyorum. Hiç olmazsa da yazarken kendime yalnız olmadığımı hatırlatıyorum.

Herkes kendi çektiğini bilir. Herkesin derdi kendine büyük görünür. İnanıyorum ki herkesin hayata bakışı, hastalığa bakış açısı ve zorluklarla başetme  yolları farklıdır. Yazarken hiç bir zaman ben böyle hissediyorum dolayısıyla bu zorluğu çeken herkes böyle hisseder diyemem ve demiyorum da. Kendimce başetme yollarımla ancak örnek vaka olabileceğimi düşünüyorum. Malum hepimiz farklıyız.

Terapistim seanslarımızdan birinde bana blogu neden yazmaya devam ettiğimi sorduğunda istediği cevabı verdiğimi düşünerek "Bir sürü kognitif işlev çalıştırıyor. Yazılı ifade, kelime bulma, odaklanma ve hafızayı çalıştırıyor. Tabi ki bir de farkındalık yaratmak." dedim. Halbuki bu cevap doğru değilmiş. Meğer bu işlevler çalışıyormuş ama bu terapideki amacımızmış. Yazmamın sebebi başta söylediğim gibi aslında bilmiyorummuş. Bu yazıyı yazarken karar verdim ki bir yandan da hasta ve hasta yakınlarına başka birinin yaşadıklarını okuma fırsatı vererek bir nevi farkındalık yaratmayı kendi hedefim yapmışım.

Çok ciddi oldu...biraz da gülün bari....





22 Haziran 2017 Perşembe

Bohçadan çıkanlar

Parkinson teşhisi konulduktan sonra yavaş yavaş ev işlerinden uzaklaştım. Zaten başından beri ev kadını ruhu taşıdığımı söyleyemem. Ben misafirim olmadıkça çok yemek yapan, ayağında yer bezi elinde toz bazı kazıyan ovan kadın olmadım. Kendi ölçülerim içinde temizliğini yapan veya yaptıran, evinde yaşayanları aç bırakmayan, misafirlerini özenle ağırlayan biriyim. Ölçü benim tabi ki. İddiam yok! Gönlümde yatan her zaman okumak, yazmak, masa başı işleri oldu. Doğal olarak evlendikten sonra dışarıda çalışmıyorsan adın ev kadını oluyor. Teşhis sonrası biraz sahte ev kadını oldum.



Ev kadınlığının kendime yakıştırdığım ve keyif aldığım tek kısmı yemek yapmaktı. Erişte makarna kesemem. Su böreği yapamam. Yapamadığım için de hiiiiiiç dertlenmem. Zaten artık sadece mutfakta malzemelerini hazırlattığım yemeği yapıyorum. Doğrama, yıkama işlerini yardımcım hallediyor. Kendi evimde misafir gibiyim adeta. Bu durum zaman zaman canımı sıkıyor ama o zaman da yardımcımın yaramazlık diye adlandırdığı şeyleri yapıp geçiştiriyorum. Yaramazlıklarım mesela çamaşırları makineye atıp, düğmesine basmak, çamaşır asmak, kek pişirmek, yumurta çırpmak olabiliyor. Velhasılı ev işlerinden uzaklaşınca başka ne yapabilirim  arayışıyla her zaman hoşuma gitmiş olan masa başına yöneldim.  


Değişik konularda yazmak arzusuyla bir şeyler karıştırırken tam yazlık birşey buldum. Malum yaz sıcakları beraberinde sivrisinek sorununu getiriyor. Dışarıdan alınan kimyasallarla pek hoşlaşmıyorum. Evde, elde yapılabileni tercih ediyorum. Bulduğum karışım 4 saat boyunca 97% oranında koruyormuş.

Ev yapımı sivrisinek kovucu

Malzemeler:
15 damla okaliptüs yağı
15 damla limon yağı
1 çay kaşığı vanilya
100 ml votka

Yapılışı: Önce votka ve vanilyayı iyice karıştırıp, ardından kalan yağları ilave edip, çalkalayın. Püskürtme şişesine koyup, kullanmaya uygunmuş.

Daha denemedim. Bu yaz denemeyi planlıyorum. Belki sizin de işinize yarar.

20 Haziran 2017 Salı

Yine bir yazlığa geçiş

2017'yi şimdiye kadar önceki yıllara hiç benzetemedim. Her taraf kaynıyor. Dünyanın her tarafında olaylar oluyor. En çok da bizim ülkemiz kaynıyor. Olaylardan kafayı kaldırsak mevsimlerden de bir şey anlamadım. Bir sıcak yapıyor. Ertesi gün bir yağmur yağıyor sıcaklık on derece düşüyor. Sokağa çıktığınız zaman ortada dolaşanları mevsimciler ve günlükçüler olarak bile ayırabiliyorum. Mevsimciler Haziran ayındayız yaz geldi anlayışıyla inatla yazlık kıyafet giyenler. Günlükçüler de o günün sıcaklığına göre giyinip, kışlıklarını kaldırmayanlar. Dolayısıyla yazlığa geçmekte oldukça geciktik. Biz de günlükçü olarak kışlıkları kaldırmadan yazlığa geçtik. Adı yazlık ama yaz buraya da gelemedi. Gündüzler sıcak olsa da akşamlar bayağı serin.




Ramazan ayı olduğundan ortalık kalabalık değil. Deniz de sakin. Balkonda oturmaya bayılıyorum. Çalışma yerimi balkona taşıdım diyebiliriz. Yazarken de resim yaparken de müzik dinliyorum. Ayrıca boş bir kağıt kalem her zaman yakınımda duruyor. Aklıma gelen bir şey olduğunda unutmadan hemen notlarımı alabiliyorum böylece düşüncelerimi daha sonra değerlendirebiliyorum.

Bundan önceki yazlara göre "Ben iyiyim". Hatta bağırarak söylemek  istiyorum. "BEN ÇOK AMA ÇOK İYİYİM." Eski yazılarımda bahsetmiştim. Bir yaz hiç yüzememiştim. Bir yaz da gayet güzel yüzmüştüm. O halimi de doktorumun ilaçlarımın dozlarını ayarlamasıyla düzeltmiştim. Bu yaz tek başıma yüzmeye gittim. Kendimce deniz sezonunu açtım. Eskiler karpuz kabuğu denize düşmeden denize girilmez derlerdi. Doğruymuş. Gerçekten de su çelik gibiydi. Dondum. Kramp girmesinden korktum ama yiğitliğe toz kondurmadan biraz yüzdüm ve çıktım. Allahtan hava sıcaktı da hasta olmadım. Keşke denize elimde karpuz kabuğuyla girseydim. Belki denizin çabuk ısınmasına vesile olurdum. Biraz masada oturup, bulmaca çözdüm. Kurudum. Mayo değiştirmeme gerek kalmadı. Zaten onu tek başıma yapamazdım. Denize karşı kahvemi de içtikten sonra evin yolunu tuttum. Giderken merdivenlerden inmiştim. Dönerken yokuşu tercih ettim. Yokuş çıkarken geniş S'ler çizerek çıkıyorum. Biraz yolu uzatsa da sanki yokuşun dikliğini azaltıyor gibi hissediyorum. 

Bu söylediklerim olalı bir hafta oluyor. Fakat moralim de bozulmak için havadan nem kapıyor. Moralimi bozacak hiçbirşey yok aslında. Bugün de yazıma birşey yazabileceğimi sanmıyorum diye başladım. Herkes yattı. Hiç uykum yok. Karar verdim ki sabaha kadar sürse de yazacağım! Yazımı tamamladım ve kaydediyorum. Saat sabah 4:20... yarın tekrar gözden geçirip, hala paylaşabileceğimi düşünüyorsam yayınlarım!

              

15 Haziran 2017 Perşembe

Hikayemin sonu

Bölüm 2

Restauranttan çıkan Onur Kerpe'de birkaç tur attı. Sahil boyunca yürüdü. Dalgaları dinledi. Bir bankta oturup külahta dondurma yedi. Motele döndü. Kitap okumaya çalıştı olmadı yapamadı. Uykuya daldı. Sabah mayosunu aldı kumsaldan denize girdi. Deniz çok güzeldi. Ortalık sakindi. Bir saat  kadar yüzdükten sonra kahvaltı yapmaya motele döndü. Kahvaltıdan sonra etrafın çok kalabalıklaştığını farkederek tekrar Kerpe dieme. Orası daha bir kulüp havasındaydı. Görevli çocuk "Onur abi geleceğini biliyordum.Sana yer ayırdım." dedi. Onur gazetesini çıkardı. Kahve istedi. Kahvesini içerken denizden çıkan bir kadın gözüne çarptı. Bu dün akşamki güzel kızdı. Kırmızı bikinisiyle o kadar tatlıydı ki... Onur ne yapacağını şaşırdı. Kendince bir plan yapmaya çalışırken telefonu çalmaya başladı. Açmak istemedi  fakat patronun aradığını görünce açtı. "Onur neredeysen hemen dön. Hazırlanacak raporlar ve dosyalar var. Biter bitmez birlikte yurtdışına gideceğiz." dedi. 

Onur  "Hay, ben böyle şansa.." diye söylendi. Eşyalarını topladı. Garson çocuğa veda etmek üzere seslenirken yanında kızı gördü. Kız "Tekrar merhaba! Gidiyor musunuz?" diye sordu. Onur
"Emir büyük yerden. Patron aradı. Gidiyorum." dedi. Garson çocuk "Abi gitmeden bir bira veya çaya davet etmeyecek misin ablamı?" deyince Onur da canına minnet kıza dönüp, "Size bira mı çay mı ısmarlayayım?" diye sordu. Birlikte birer çay içtiler. Kızın adı Sevda'ydı. Daha bu sene doktorasını bitirmiş Güzel sanatlar fakültesinde öğretim görevlisi olmuştu. O da İstanbul'dan geliyordu. Bir köpeği ve bir papağanı vardı. O da Onur gibi "felsefenin tecellisi" kitabını okuyordu. Bir süre kitap üzerinde konuştular. Konuştukça Onur kafa yapılarının ne kadar benzediğine şaşırıyordu. İstemeyerek de olsa vedalaştılar. 

Motelden çantasını alan Onur soluğu İstanbul'da aldı. Şirketin sekreteri Gönül'le evrak, bilgi aktarımı yaptılar. Gece gündüz sıkı bir çalışmadan sonra herşey hazırdı. Onur havaalanına gittiğinde patron henüz gelmemişti. Barda oturup bişeyler yiyip, içti. Bir yandan da patron geliyor mu diye arada başını çeviriyordu. Önce patronu gördü. Her zamanki gibi Burberry takımı Versace çantasıyla göz dolduruyordu. Sonra yanındaki kadını fark etti. Patronun aksine sade bir kot üzerine kollarını sıvadığı bir bluz giymişti. Aklından herhalde bu iş bağlantısını sağlayan kadın diye geçirdi. Yaklaştıklarında birden patronun kolundaki kadının o çok etkilendiği Kerpe'deki güzel kız olduğunu fark etti. Beyninden vurulmuşa döndü. Bu arada patron tanıştırma faslına geçip, "Nişanlım Sevda Kara. Sağ kolum Onur." dedi. Hemen ilave etti, "Daha çok olmadı ama hayatta o bir insan ile karşılaşınca zaman nedir ki? Geçen hafta nişanlandık. Yurtdışında işlerimizi hallettikten sonra da evleneceğiz. Nikah şahidimiz olursun değil mi?" dedi. Sevda Onur'a, Onur da Kara Sevda'sına bakakaldı...

13 Haziran 2017 Salı

Kendimce aşk hikayesi


Herşeye burnumu soktuğum gibi sıra hikaye denemesine geldi. Normalde kendime saklarım ama madem halka arz durumu söz konusu belki devamı konusunda fikir veren olur....Kendimce bir aşk hikayesi başlatıyorum....ama tabi ki karikatürsüz olmaz. Bu vesileyle de varlığım bihaber olan ama karikatürleriyle blog yazılarıma renk katıp, fark etmeden bana çalışan #ErdilYaşaroğlu'na teşekkür ederim. Sizsiz yazılarım eksik kalırdı.



Bölüm 1

Onur çalan telefon sesiyle uyandı. Gece sessizliğinde telefon sesi onu panikletti. Hemen açtı. "Abi  uyumuş muydun?" diyen Erol'un sesini tanıdı. İstanbul`a yakın bir yerde motele yerleştiklerini haber veriyordu. Kısa bir kararsızlık döneminden sonra "Erol lütfen  benim için de rezervasyon yaptır. Mesaj atarsın bilgileri. Sabaha geliyorum." dedi. Çantasına mayo, merserize kazak ve bir deniz havlusu ilave ederek ışıkları kapadı. Derin bir uykuya daldı. 

Sabah erkenden yola çıktı. Kerpe yemyeşil ormanla çevrili Karadeniz`in dantel kıyılarında yer alan koylardan biriydi. Odaya yerleştikten sonra kayalıklar yazan okun gösterdiği tarafa yürümeye başladı. Bir yandan da kendi kendine "Ne kayalığı be oğlum denize at kendini. Sonra da etrafı seyret, uyu, kitap oku. Şehirde de yeterince kaya var." diye söylendi.  "Kerpe diem" yazılı özel plajı olan kafe-restauranta girdi. Buz gibi Bomonti bira ve patates tava söyledi.  Önünde  çarşaf gibi  bir deniz vardı. Denize girip, çıktıktan sonra görevli  çocuğa "Benim buraya ilk gelişim. Akşam nerede ne yemeliyim? Akşamları ne yapılır?"  diye sordu. Çocuk "Abi Kerpe'de balık yenir? Restaurantların hepsinde balık vardır. Bizde de var." Akşam hazırlandıktan sonra Ceneviz Kahvesi'ne girmeye karar verdi. Bütün masalar doluydu. Ancak rezervasyon yaptırmış olan bir masa daha gelmemişti. Onlar gelene kadar yemeğini bitirme sözüyle masaya oturdu. Tam yemeğini söylemişken masanın "sahipleri" geldi. Belli ki kız akşamı yapıyorlardı. Birkaçının parmağında yüzük vardı. Fakat dikkatini çeken biri vardı ki onun parmağında yüzük yoktu! Neyseki vicdanlı çıkmışlardı da boş kalan sandalyede oturup, yemeğini bitirmesine karşı çıkmamışlardı. Yemeğini bitirip, kalkarken yanına oturmuş olan beğendiği kıza tekrar teşekkür edip, "Hayatta hep iki kez karşılaşıldığına inanırım. Görüşmek üzere." dedi.



6 Haziran 2017 Salı

Adaptasyon

Bu yazımda adapte olmaya çalışan, değişen benden bahsetmek istiyorum. İçimden geçenlerden, korkularımdan, yaşadıklarımdan, yapamadıklarımdan... Zaman  içinde Bay  P. yavaş da olsa sinsi sinsi ilerliyor. Benden koparta koparta gidiyor. Gidene yapabileceğim bir şey yok. Yapabileceğim şeyler bulup, bulduklarımı gidenlerin yerine koyup, benliğimi koruyorum.


Bugüne kadar iyi yada kötü ayakta kalarak mücadelemi devam ettirdim. Zaman zaman taşsam da,  usansam da, yorulsam ve bunalım  çukurlarına düşsem de VAZGEÇMİYORUM. Her kötü dönemimden sonra yeniden yapabildeklerimi artırmaya ve çeşitlendirmeye çalışıyorum. Erişebildiğim herşeyi yapmak, en azından denemek istiyorum.

Resim yapıyorum. 10-15 tane kadar  oldu. Birkaçını yakınlarıma hediye ettim bile. Şiir yazıyorum. Tam 40 tane oldu. Hikaye yazıyorum. İçime sinen birşey ortaya çıkardığım  zaman mutlu oluyorum ve kendimi iyi hissediyorum. Bu arada blog yazılarını da yazıyorum. Yapıyorum, uğraşıyorum. Zaman zaman şiirlerimi ve hikayelerimi bloga da koymak istiyorum. Şimdiye kadar bazı bazı kendi facebook sayfamda yayınladım.

En başlarda bir iki şiir denememi blogumdan da paylaşmıştım. Son şiirlerimden birini paylaşıyorum. Sizce olmuş mu ?

KİM BİLİR?

Kitap arasındaki kurutulmuş güller
Maziden bugüne  neler gizler
Görünce kalbini sızlatır
Geçmiş yılları hatırlatır
Birkaç anı bölük pörçük
Bir hayal belli belirsiz zihinde kalan
Kim bilir?  Nerede?  Ne zaman?
     


31 Mayıs 2017 Çarşamba

Rahatım bozuldu

Kendimizi en rahat hissettiğimiz zaman hep kendimiz için en doğrusunu mu yapıyoruz? Hayır! 

Herkes için rahat olduğu ortamı, rahat yaptığı işleri bırakıp, zor geleni yapmak gerekli mi? Hayır!

Benim için gerekli mi? Evet!

Geçen hafta doktor kontrolüm vardı. Tavsiyesi kendimi fazla dinlememem oldu. Bu beni düşündürdü. Olmayan şeyleri yaratmaktan ziyade olanın üzerine yoğunlaşınca üzerimdeki etkisinin arttığını görmek düşündürdü. Son zamanlarda "konforuma" fazla düşkünleşmişim. Evde olunca ne giydiğim, ne söylediğim, nasıl söylediğim pek de önemli değil. Kendime odaklanıyorum. Kendimi dinledikçe de son yazılarımda gereğinden fazla değindiğim negatif iç sesim kuvvetleniyor.

Evden çıktığım anda bir sürü "rahatsızlık" beraberinde geliyor. Giyinmek.. özellikle çorap giymek beni çok zorluyor. Dışarı çıkınca ne giydiğim, nasıl iletişim kurduğum bir anda önem kazanıyor. Kısacası dış dünyada konforum bozuluyor. Seslendiğim garsonun veya muhattap olduğum kişilerin söylediğimi duymaması, her zaman anlamaması söylediklerimi tekrarlamak zorunda bırakıyor. Birkaç saat dışarıda kaldığımda sarhoş gibi geri geliyorum. Kalabalıkta etrafa ve kendime engel olmadan yürümek, bir sürü şeye birden dikkat etmek artık yardımsız olmuyor. Tek başına gezinemeyince tadı da aynı olmuyor. Yorgunlukla bir de eve geldikten sonra soyunma, takı çıkarma serüvenim oluyor. 

Kendi kendime tenkitte bulunuyorum. Sosyal hayatı tecrit  edilmiş konfor alanına tercih etmeliyim diye.  


17 Mayıs 2017 Çarşamba

Lüzumsuz işler müdürlüğü

Geçmiyor! Geçiremiyorum herşeye sinirlendğim gölgemle bile kavga etmek istediğim çılgın ruh hallerimi. O kadar huysuz oldum ki. Yakınlarım bile benden hoşlanmıyorlar. Anlaşılan hayatım zorlaştıkça ben de zorlaşıyorum. Bu yazım sadece kendi bakışımı ve hissettiklerimi içeriyor. Bugünkü yazımda empati yok. Farklı bakış açısı yok. Eğri yada doğru sadece ben varım. Benim huzurlu olduğum ve rahat hareket edebildiğim yer de evim. Evin dışında olduğum zamanlarda bir sürü zorluk önüme çıkıyor.




Düz yolda giderken bile ancak belirli bir hızda yürüyebiliyorum. Benimle birlikte program yapan kişilerin bu yüzden bana uyum göstermesi gerekiyor. Eskiden olsa ben uyum gösterirdim fakat bu artık elimde olmayan bir seçenek. Beraber çıktıysak önden gidip, bana empati yaparcasına "Ben yavaş gidiyorum. Sen de biraz gayret et." tarzı motivasyon amaçlı iğnelemeler ve sanki kasten yavaşmışım gibi arkada bırakılmak beni çıldırtıyor. Benimle program yapıp, neye soyunduğunu bildiği halde yakınmak  "lüzumsuz işler müdürlüğüne soyunmak" olur...



Yardım istememe izin verilmemesi ve yardım istemeden yardım edilmesi benim özgürlüğümü elimden almak demektir. Ayrıca hastalık ilerledikçe daha önce bahsettiğim gibi korktuğum ve ötelediğim günlerin gelmesi anlamı taşıyor. Kahvaltıda yumurtayı kesmek için yardıma ihtiyacım yok. Yemekte balık varsa yardıma ihtiyacım var. Menüde et ve  köfte varsa köfte seçmek için izne ihtiyacım yok. Bir şekilde bonfile, filet mignon gibi bir et yeme durumunda kalırsam yardım istiyeceğim gayet açık. O zaman yapılan yardım makbule geçer.

Nitekim yokuşta, merdivenlerde ve olabildiğince hızlı yürümem gerektiği zaman girecek bir kola ihtiyacım var. Self sevislerde, tepsi taşırken, torba taşırken, nevresim katlarken, yüksek bir yerden birşey alırken, yemek hazırlarken yardıma ihtiyacım var. Kesilmesi ve ayıklanması zor olan yemekler yani iri doğranmış salata, sert börek, balık veya sert et kesmek için yardıma ihtiyacım var. Bunları fark etmek ve yardım etmek  benim  hayatımı kolaylaştırır. Hayatımın geri kalan alanlarına müdahale edilmesi de abese iştigal edip, lüzumsuz işler müdürlüğüne soyunmak olur.