26 Aralık 2016 Pazartesi

Dünya ne hale geldi?

Çocukluğumu hatırladığımda  herşeyin ne kadar farklı olduğunu düşünüyorum. Farklı derken neleri kastediyorum?

Evvelden hava temizdi. Meyvenin, sebzenin tadı ve kokusu vardı. Çamaşır makinesi yoktu belki ama çamaşır yıkanırken komşularla iki çift laf edilirdi. İnsanların birbirine söyleyecek lafı vardı. Şimdi insanlar birarada oturuyor ama cep telefonları ellerinde. Teknoloji refah demek olabilir ama insan insana değmez oldu. 

Zaman değişiyor. Ben hayvanlar değişiyor gibi hissediyorum ama aslında değişen insanlar sanırım. Buraya da beni çok etkileyen bir haberden vardım. Bir dişi köpek çöplerin içinden karnını doyuracak birşeyler ararken yeni doğmuş bir bebek buluyor. Çöpe atılmış bebeği kendi yavrusu gibi nazikçe alıp hastane kapısına kadar taşıyor. Kapıya bırakarak bebeğin hayatını kurtarıyor. Burada çocuğunu çöpe atan bir insan söz konusuyken bir köpeğin hassasiyetine davranışına şaşırmamak elde değil. Öte yandan hayvanın ve esasında insanın doğasında olan bir koruma, annelik içgüdüsünden bahsediyoruz.
Anneleri ölen kedilere süt annelik yapan köpek, köpekle oynayan serçe, zebra yavrusunu himayesine alan kaplan gibi şefkat örnekleri görürken sanki insanlar katılaştı, duyarsızlaştı, acımasızlaştı. 

Her gün o kadar çok iç karartıcı haber izliyoruz ve duyuyoruz ki iç açıcı bir şey kalmadı. Mutlu bir şey olunca, iyi bir haber alınca hemen arkasından acaba yine nerede kimin canı acıyacak diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Artık bombalar yakına düşmeye başladı. Evvelden de bir sürü yerde savaşlar ve can kayıpları oluyordu. Elbet onlara üzülüyordum ama ülkemde olanlar gibi değilmiş... Tepkimden televizyonu açmıyorum. Haberleri izlemiyorum. Kaçış var mı? Tabi ki yok. Akşam saati geliyor ben dirensem de dünyadan bihaber mi kalacağız diyen eşim sarılıyor kumandaya. Haber dinlemediğim zamanlarda kendimi bir nebze de olsa daha huzurlu hissediyorum. Aynı zamanda da takip etmediğim suçlu. İki tarafı ...... değnek!



İnsanlar mutsuz, güvensiz, kimsenin kimseye hoşgörüsü yok gergin. Bu durumdan kimsenin memnun olmadığı ortada. Ne yapalım?

Durdurun dünyayı, inecek var diyemeyiz değil mi?









21 Aralık 2016 Çarşamba

İnşallah maşallah

Dün akşam arkadaşlarımla beraberdim. Yemek yiyip, sohbet ettik. Birlikte olmak güzeldi. Arkadaşlarımdan biri dişini yaptırıyormuş. Minik bir operasyon geçirmiş ağrılı ve iltihaplı olmasına rağmen kalkıp, gelmiş. "Görüşmeyeli çok olmuştu, özlemiştim" dedi. Canım arkadaşım yemedi, içmedi ama geldi. Konuşulurken konu ağrı eşiğine gelince o arkadaşımızın dayanma gücü söz konusu oldu. Sonra bir şekilde konu ben olsam  dayanamazdım, gelemezdim gibi karşılaştırmalara kaydı. Bu benim hassas noktalarımdan biri… Bana çoğu zaman "Senin elinin titremesinden başka bir şeyin yok. Masallah, o da  zamanla geçer. Bak gördün mü? Benim elim senden fazla titriyor." gibi yorumlar geliyor. Kızmak kızmamaktan ziyade söylenenlerden rahatsız olduğum kesin. Ne kadar alışmışız bu inşallah, maşallahlara. Yahu geçebilecek olsa o kadar doktorlara taşınıyoruz geçmiş olurdu şimdiye. Bir de tabi hastalığın kalanının bilinmemesi üstüne tuzu biberi. Öte yandan nereden bilsinler ki? 

"Bugün çok halsizim kıpırdıyamıyorum. Bu durum canımı sıkıp, moralimi bozuluyor." dediğimde "Sen benim ne halde olduğumu biliyor musun? Ben senden daha kötüyüm” gibi karşılaştırmalara ise çok kızıyorum. Tahammül edemiyorum! Her zaman dile getiremesem de içimden şunlar geçiyor. Karşılaştırma yapamazsın! Ben sen değilim! Senin ne çektiğini ben bilemem. Kimse kimsenin çektiğini bilemez! 



Bir de tavsiyeler var. "Benim kasılmalarıma şu ilaç iyi geldi. Sana da vereyim dene". Genelde "Teşekkür ederim. Doktoruma sorayım." desem de yine içimden çok şey geçiyor. 
KARDEŞİM! Biz bir değiliz. Nasıl benim boyum, kilom farklıysa hastalıklarımız ve belirti gösterme sebeplerimiz de farklı. Sana iyi gelen bana da iyi gelecek diye bişey yok. İlaç ikram edilmez. Şeker değil ki bu!!!

İnşallah, maşallah diyip, diyip elmalarla armutları karşılaştırmasak ne iyi olurdu... Ben kendime göre hayatımı karşılaştırmasız kafama ve Bay P.'ye göre ayarlamaya çalışıyorum. Gayret ediyorum baya baya çünkü ben de böyle büyüdüm. Komşunun aldığı ilaçlar, başkalarının dert yanmaları ve hep bir en kötü durumda olma yarışı... İşin komik yanı en kötü olunca ne oluyor hala anlayamıyorum. Velhasıl şu kendine acıma kültürü kötü şey...

16 Aralık 2016 Cuma

İsyan

İçimdekileri ilk defa çıkarıyorum. Yoruldum. Aşağı yukarı dört senedir kendi kendime  mücadele için motivasyon sağlamaya gayret ettim. İç dünyamda ne geçtiğini farketmeyenlere de ayrıca sabır göstermem gerekiyor. İnsanlar ne bilsin benim nelerle uğraştığımı? Herkesin kendince bir sıkıntısı vardır mutlaka. Ben en dertliyim demiyorum çünkü olmadığıma eminim. Sadece sıkıldım! Yoruldum! Bıktım! 



Herşeyden vazgeçmek yatağıma gömülüp, saatlerce  ağlamak istiyorum. Hayatım boyunca kurallardan, sınırlandırılmalardan izin almalardan hoşlanmadım. Şartlı şurtlu, hesaplı kitaplı yaşamdan bıktım, yoruldum, usandım artık. Herşeyim tuhaflaştı. Bir başkasının hayatını yaşar gibiyim. Sanki uzun süren bir kabusun içindeyim. Herşeye dikkat etmek, bozulan damak tadım, tutarsız hayatım derken kendi kendimi tanıyamıyorum. Ne yapıp ne yapamayacağım konusunda hiç fikrim yok. Bazen zor şeyleri kolay yaparken, bazı kolay şeyleri yapamıyor olmak ve bunu kabul ederek sindirmek o kadar zor ki adeta çıldırıyorum. 

YETEER!

İnsanlar belirli süratte yapılması gerekenleri yapıyorlar. Onlar bilmiyorlar ki benim yürüyüşümle onlarınki bir değil. Dışarıya belli etmeme gayretimden ne olduğumu
kimse farkedemiyor doğal olarak... Fark ediyorlarsa da bana yansıtmıyorlar. Ben de kimseyi üzme niyetim olmadığı için bahsedemiyorum. Ah o kahrolası gurur... Halbuki yakınmak kültürümüzde de var! Ama benim içimde yok.. O üzülecek, bu kırılacak derken isyanlarımı içime atıyorum. Bir de sonra gayret etmemekle suçlanmak, benim de derdim var bak bana denmesi iyice dellendiriyor. 

Bazı tipler vardır. Bir kere dert yansan hemen kendilerinin daha çok sıkıntılar çektiklerinden nelere dayandıklarından dem vururlar. Eski ben susar mekan değiştirirdi. Şimdi kestirmeden burada bahsedemeyeceğim şekilde susturuyorum. İstihab haddim doldu. Beni herkes unutsun, takip, sorgu sual etmesin yada görünmez olayım....

Bugün çok efkarlıyım!

Fazla bir şey istemiyorum ki! Alt tarafı rahat hareket edebilmek, parka gidip yürüyebilmek, zorlanmadan eğilip doğrulmak yeterdi...

2 Aralık 2016 Cuma

Aşkların en güzeli

Eşimin sınıf arkadaşlarının hazırladığı Eskişehir gezisi bugünkü gündemim. Hızlı Trenle yapılacak olan ulaşımdan sonra iki gün otelde kalmalı, genelde yürüyerek dolaşmalı bir şehir turu.

Bizimki programı biraz değiştirerek İstanbul'dan Eskişehir'e arabamızla gitmeyi tercih etti. Arkadaşlarla otelde buluştuk. Valizlerimizi bırakarak şehir turunu başlattık. Şehrin içinden geçen Porsuk nehrinin kenarından yürümeye başladık. Benim için toplu yürüyüş hızına uyum sağlamak zor gelse de çaktırmadan idare edebildim. Neden hala çaktırmamaya çalışıyorsam? Öğle yemeğinden sonra kalan dolaşmaya devam ettik. Gündüz güzel olan hava akşam saatlerinde ayaza döndü. Taksilere binerek otele döndük. 

Akşam otele yakın bir Çin restaurantına gittik. Orada konuşulduğuna göre aşağı yukarı 6 km yol yürümüşüz. Yemeğin sonuna doğru vücudum tepki vermeye başladı. Oturduğum yerde bacaklarıma kramp girdi. Otele dönerken yine yürüdüğümüz için mecburen azaldı. İlgi seven bir insan olmadığım için ve ben yavaşladıkça herkes birbirine ikazda bulunup, beni beklediği için kendimi zorladım. Programımızda ikinci gün de bol yürüyüş vardı elbette. Biraz etrafıma bakınırsam tempom düşüyor. İkinci günde artık yorgunluk da var gündemde. Ben de arkadaşlar gibi kendime birşey almak için pastaneye girdim. Hemen araya ufak bir komik olay sıkıştırayım... Self servis olan bu pastanede kasadaki bey bana "Nerede oturuyorsunuz?" deyince otomatiğe bağlanmış cevap "İstanbul'da" dedim. Sonra da kendi kendime çok güldüm. 

Günün kalanında her ne kadar etraftaki kültürel ve sosyal şeyler ilgimi çekse de gözümün önünde pijamalarımla yatağa girmenin hayali uçuşuyordu...Eve döndüğümüzde oh çekmedim desem yalan olur. Seyahati uzaktan sevmek aşkla ın en güzeli..


22 Kasım 2016 Salı

Aşılarımız tamam!

Konserden sonra devam edeceğini umduğum moral motivasyonum maalesef hemen söndü. Fakat çivi çiviyi söker gayretiyle haftasonunda kızımın pazar kahvaltısı davetine katılmaya karar verdim. Oğlum kapıdan aldı. Gelinkızım ve Güneş'imle karşıya kızıma geçtim. Büyük torunum da evdeymiş. Üniversiteye başladığından haftaiçleri yurtta kalıyor. Kızım çok güzel bir sofra hazırlamış. Çekirdek ailemin birlikte mutlu saatler geçirmesi yüreğime huzur ve sevinç kattı. Malum aynı şehirde olsak bile İstanbul burası. Mesafeler uzun, işler yoğun olduğu için pek görüşülemiyor.

Visky (kızımın köpeği) ve Güneş'in tanışması komikti. Tanışırlarken Visky Güneş'in üzerine atladı ve yüzünü yaladı. Hafiften içim kalktığını itiraf etmem gerekiyor. Fakat tabi sesimi çıkarmadım. Benim aksime hem kızım hem gelinkızım güldü. Önce kızım gülerek "Endişelenme bütün aşıları tamam" dedi. Ardından  gelinkızım  "Bizim  aşılarımız da  tamam" deyince oluşan duruma hepimiz çok güldük.

Güzel ve gereğinden çok daha hızlı geçen saatlerin sonunda akşama derbi olduğunu hatırlayıp, erkenden evlerimize döndük. Eve dönünce bütün köpekler bebeklerle böyle mi tanışıyor diye internete girdim. O kadar çok video buldum ki bugün karikatür yerine köpekler ve bebeklerin komik bir o kadar da şeker videolarından birini paylaşıyorum.

18 Kasım 2016 Cuma

Bülbülüm altın kafeste!

Uzun zamandır evde oturduğumu farkındayım. Sosyalleşmek adına birşey yapmadığım gibi kitap okumayı bıraktığımı hatta tv bile seyretmediğimi, evden çıkmak istemediğimi de farkındayım. Bunları farkına vardığım halde değiştirmek için gayret etmek istemediğimin de farkındayım. İşin en berbat tarafı da bu. Uzadıkça yerleşik karakter haline geleceğini düşündüğüm bu durum Bay P.'ye zafer tam-tamları çaldırabilir. Ben  ilk adımı atarak evden çıkmaya  sosyalleşmek adına konsere gitmeye karar verdim. Türk sanat müziği konseri ve teması Atatürk'ün sevdiği şarkılar. Önceden verdiğim söz olmasa kesin vazgeçerdim. Eve öylesine görünmez iplerle bağlanmışım ki...

Konser akşamı eşimle evden biraz erken çıktık. Trafiği düşünmüştük ama şansımıza sorun olmadı. Biz konserin yapılacağı kültür merkezinin önüne geldiğimizde konserin başlamasına epeyce zaman vardı. Hemen yanındaki cafeye oturduk. Konserin ses sanatçılarından olan yeğenimiz de 5-10 dakika yanımıza uğradı. 

Konser çok güzel geçti. Türk sanat müziğini canlı canlı dinlemenin keyfine vardım. Kulaklarımın pası silindi. Dinleyicilerin sanatçılara eşlik etmesiyle doğal bir koro oluştu. Bunun üzerine önümdeki gözyaşını sildi. Arkamdaki burnunu çekti. Yanımdaki mendil çıkardı. Öyle ya hepimiz duygulanmıştık! Bir Yemen Türküsü duyup da etkilenmemek mümkün mü? O kadar samimi bir ortamdı ki, konser sonunda herkes gibi biz de ses sanatçılarıyla tokalaşarak ve teşekkür ederek çıktık.

Giderken zorlandığım bu aktiviteden mutlu, neseli, olumlu duygularla döndüm. İki gündür de konserden dilime takılan bir şarkıyı evdekileri kaçırmak pahasına tekrar tekrar söylüyorum. Öğrendim ki her ayın üçüncü Çarşamba'sı o salonda Türk sanat müziği konseri oluyormuş. O kadar hoşuma gitti ve iyi geldi ki şimdilik niyetim bir sonraki konsere katılmak.

Bülbülüüüüüm altıın kafesteeee!






16 Kasım 2016 Çarşamba

Müşteri temsilcilerimiz dolu..

Dışarıdan görünen ve insanın içinde olanlar hep farklıdır ya... Ben de bugün biraz bu konuda muzdarip olduklarımla meşgulüm. Hep bahsettiğim fiziksel olarak beni yorlazan şeyler beni ben yapmıyor! Kendi hareketlerimi kontrol etme isteğim, özgürlük arayışım fiziksel kısıtlamalarımdan çok etrafımın ruhuma, zihnime de atfettiği ama doğru olmayan kısıtlamalardan kaynaklanıyor. Bay P.'nin fiziksel belirtileriyle üç aşağı beş yukarı ilaçlarla sabitleyerek gidebiliyorum. Sürekli değişen ise ruh halim...

Ruh halim dışarıdan görünmüyor. En azından ben öyle hissediyorum. Sabahı soğuk ayaz, öğleni güneşli- parçalı bulutlu, akşamı sağanak yağışlı bir gün gibiyim çoğu zaman. Kendimi çekilmez ve yalnız hissediyorum bu geçişleri yaşarken. Biraz zaman geçince bunun saçmalığını fark ediyorum. Sonra başlıyorum özür dilemeye. Ne faydası varsa? Biraz sonra yine havam değişecek ama bu ben değilim. Bu kısır döngü hayat kalitemi etkiliyor. İnsan fiziksel kısıtlamalara bir şekilde uyum sağlamayı öğreniyor da sürekli olmadığım özelliklerin atfedilmesi mutsuz, huysuz, huzursuz ediyor.

"Yakınlarımızın iyi niyetleri" diye bir yazı yazmıştım bir hayli uzun süre önce. Biraz da oraya gönderme yapıyorum yine.. İnsanın yaşla birlikte üzerine zaten bir kırılganlık, eksiklik ama aynı zamanda umursamazlık oturuyor. Bir de bana en iyi niyetleriyle yaklaşıp, olanlara veya tepkilerime anlam veremedikleri için alakasız yorumlar yaptıklarında iletişim kurmaya çalışmak çift taraflı ekstra yorucu ve üzücü oluyor. Kendimi bazen anlaşılma konusunda müşteri hizmetlerinde bitmeyen bir sıra bekliyormuş gibi hissediyorum.



Şimdi soruyorum hem kendime hem de yazılarımı takip edenlere..Bu durum sakal, bıyık meselesi değil de nedir?

11 Kasım 2016 Cuma

Dijital asistanım

Parkinson'lular için hareket, egzersiz çok önemli diyip duruyorlar. Günlük hareketlerimin kontrolünü elimde tutmak ve etrafımdakilere bana karışma fırsatı vermemek benim için gün geçtikçe önem kazanıyor. Ben sizin yanınızda durup, estikçe hadi yürü, kolunu kaldır gibi yorumlar yapsam hoşunuza gider miydi? Kaçıncı söylememden sonra beni azarlamaya başlardınız? 

Ben fevri ve azarlayan konumunda olmaktansa ipleri kendi elime almaya karar verdim. Hedef benim hedefim, hareket benim hareketim olsun!

Burada zaman zaman teknolojinin nimetlerinden yararlandığımı söylüyorum. Terapistimin destek ve tavsiyesi ile ilginç bir saat edindim. Bu saat sıradan bir kol saati değil. Gün içinde kaç adım atmam gerektiğini, ne kadar merdiven çıktığımı, hangi fiziksel aktiviteleri yaptığımı tanıyan ve ona göre hedef tanımlayor. Günlük hedefimi tutturursam ertesi gün hedefimi arttırıyor. Nabız atışımı gösteriyor. Bir süre hareketsiz kalınca hareket et uyarısı veriyor. Evde yaptığım hareketi bile günlük hareket olarak sayıyor. Bu çok önemli çünkü etrafımdakiler tarafından evde ettiğim hareket yapılmamış sayılıyor. Halbuki ev işleri spor niyetine bile sayılıyor artık! Nitekim böylece kendi hedefimi kontrol etme imkanı sağlayan adeta bana asistanlık yapan bir saatim oldu. Daha tam olarak birbirimize alışmış olmasak da ben onun önemini, hayatımdaki yerini ve zorunluluğunu kavramış durumdayım. 

İyi niyetlede olsa yine de beni geren bir takım önerilere saatim sayesinde nlük hedefimin neresinde olduğumu söyleyerek cevap verebileceğim. Geçtiğimiz 10 günün grafiğine baktığımda (haftalık, aylık hareket grafikleri de çiziyor saatimin uygulaması) bazı günler sağlıklı kişilerin hedefi olan 10 bin adıma ulaştığımı fakat genel olarak benim hareket kısıtlamama bağlı olarak hedeflediğim 5.5-6 bin adım arasında gelip, gittiğimi gözlemledim. Bir çorap giyme başarısı beni nerelere getirdi diye ben bile kendime şaşırmaktayım. Ne demişler "Yürü enginlerin bittiği son hadde kadar, insan dünyada hayal ettiği müddetçe yaşar." 




7 Kasım 2016 Pazartesi

Mercimeğin dibi

En son kazandığım çorap giyme zaferimden sonra özgüven patlaması yaşadım. Her şeyi yapabilirim moduna geçtim. Bu arada son iki gün tatil, seyahat yada adına ne dersek diyelim bir şey yapmak için istek duymuştum. Bu bir nevi kendimle boy ölçüşmek olacak. Bana olurmuş, yapabilirmişim gibi geliyor. Gerçekçi olması iyi program yapmama bağlıymış gibi geliyor. Ben sanki Bay P. ile tanışıp, birlikte yaşamaya başladığımızdan beri özgürlüğümü ona teslim etmiş gibiyim. Hem onunla mücadele ediyorum, hem de aramızı iyi tutmaya çalışıyorum. Şimdi adeta onunla  dans etmeye karar vermiş gibiyim. 

Hava durumu, pastırma yazı derken kendimle başbaşa kaldığım nacizane zamanlarımı yaşıyorum. Etrafımdan o kadar çok onu unutma, bunu yapma, şuna dikkat et duymuşum ki kendi kendime not almaya başladım. Aldığım notlara genellikle ihtiyacım olmuyor! Ben yine de yazıyorum ki sonradan unuttum olmasın. Geçen akşam canım mercimek çorbası çekti. Çok da güzel yapmışım elime sağlık! Ertesi gün de ısıtayım dedim. Bir an boyadığım resme daldım. Tencerenin dibi hafif tutmuşken yakaladım. Sonra kendi kendime söylenmeye başladım. Yanımda birimolsa binbir laf işitmiştim biz söylüyoruz sana diye. Halbuki bu her ev kadınının başına gelen bir şey. Yaşla da bir alakası yok üstelik. Terapistim geçen gün ocağın altını açık bırakıp, çıkmış. Tesadüfen eve dönmesi bile yemeği kurtaramamış ama hiç olmazsa evi yakmadım diye gülerek anlattı bana. Demek ki böyle şeyler olabiliyor....



Neyse ki bu atlattığım en büyük badire olarak kaldı. Fakat hissediyorum ben de birşeyler değiştiğini. Adını tam koyamıyorum ama her geçen gün hadi artık ne ilaç bulacaksanız bulun demeye başladım içimden...

31 Ekim 2016 Pazartesi

Çoraplarım!!!

Bu konuya odaklanmak beni zorladı. Ağız tadıyla diye başlayınca tadı tuzu 
yerinde  güzel lezzetli bir yemekten bahsedeceğimi düşünmüştüm. Sonra bakış açımı genişletince keyfimce, sine sine, tad alarak yaptığım her hareketin bana ağız tadı verdiğini fark ettim. Burada bir hastalık öncesi sonrası durumu bir mukayese söz konusu değil. Bunun egzantrik tarafı, ağız tadıyla hareket etmek beni çok sevindirmesine rağmen etrafımdakilere tuhaf gelmesi. Mesela bir hafta yalnız desteksiz kendimle  başbaşa kalarak herşeyimi kendim yapıp idare ederek, zorla, kimi zaman dakikalarca uğraşarak yaptığım yapabildiğim şeyler beni  çok mutlu etti.

En yapamadığım şey malum çorap giyebilmek. Evdeyken giymedim. Fakat kaloriferler yanmadığı için çok  üşüyünce mecbur kaldım. Uğraştım da uğraştım. Meğer ne kadar zormuş çorap giymek! Beceremedim. Becerememeyi de kendime yediremediğim için herşeyi fırlatıp, oturdum  hüngür hüngür ağladım. Sonra "sen  bunu bir şekilde yaparsın" dedim. Sorun ayaklarımın benden uzakta kalması yani ayaklarıma  yetişemememdi. Kısacık boyumla ayaklarım benden ne kadar da uzaktaymış. Ağız tadıyla, kimseye hesap vermek zorunda kalmadan, ağlama faslını kesip, strateji tespitleri yaptım. Bir sürü şey denedim. Sonunda bir şekilde nasıl yaptığımı anlayamadan becerdim. Sonuç aşağı yukarı  1,5-2 saatlik bir uğraş sonunda kan ter içinde kalarak çoraplarımı giymeyi başardım. Beş dakikada zaferimin inanılmaz sarhoşluğu içinde ayaklarımı ve çoraplarımı seyrettim. O kadar mutlu oldum ki! Tek başıma ,desteksiz! 4-5 yaşlarında bir çocuk da bunu başarır fakat  benim kadar mutlu olamaz:) 



Gün içinde bu anı hatırlayıp inanılmaz gözlerle ayaklarıma bakıp, durdum. Bu benim zaferimdi! Bunu kendim ağız tadıyla hareket ederek başardım. Yalnız olmasaydım bu zaten sorun olmaz bir giydiren bulunurdu. Aynı tadı vermezdi ama....
Yaptıklarımın kazandırdığı güç, güven ve moralle tekrar denemek üzere anı dondurdum.. Kendi kendimi  değerlendirmiş oldum. Sonuç olarak anladım ki; Kendimle olmak zor da olsa bana ağız tadıyla hareket etme imkanı veriyor. Başardığım her ufacık iş beni fazlasıyla mutlu ediyor. 
 
Şimdi bu moralle sıra ikinci adımda kendi başıma iki günlük bir seyahat planlamak istiyorum. OLUR MU DERSİNİZ?

24 Ekim 2016 Pazartesi

Bağcılar'da Ferrari

Bugünkü yazıma nereden başlamam gerektiğini tam bilemesem de yavaş yavaş toparlarım sanıyorum. Hepimiz bi şeylere özeniriz. Mesela  kara gözlüler renkli göze, saçı kıvırcık olanlar düz saçlara özenir, beğenir, ister. Eski Türk filmlerinin konuları arasında fakir kenar mahalledeki kızların  hemen şarkıcı, şöhret olup,  zengin yaşama kavuşmak isterken başlarına gelenler bol acılı bir şekilde anlatılırdı. 

Galiba özenmek biraz insanın mayasında var. Bana göre dozunda olursa besleyici güç olabilir. Özenmeye bir kültür denilebilir mi bilemiyorum ama kadın, erkek, çocuk, hatta yaşlılarda da olduğunu görüyorum. Gündemden bir türlü düşmeyen yeni gelinlerin de hayatla ilgili özentileri vardır. Tv dizilerindeki yaşamlara, renkli hayatlara, magazinlerde görülen abartılı yaşamlara imrenen genç kızlarımızın olduğunu düşünüyorum. Galiba neremiz inceldiyse oradan ortaya çıkıyor. Benim de 60-70 yaş kuşağındaki sağlıklı insanların yaptıklarına, yapabildiklerine özenerek baktığımı itiraf etmem gerekiyor. Kendimle baş başa kaldığım zamanlarda içgörü yaparım. Bu yaşta hasta olmasam neler yapardım diye….uzun zamandır bahsetmedim...

Önce arabam diyorum, kullanırdım. Şimdi durakta araba beklerken geçen kadın şoförlü arabalara o kadar  özeniyorum ki kendimi elinden çukulatası alınmış çocuk gibi hissediyorum. Sonra kayak yapmak isterdim. Yaşın getirdiği ağırlık, yavaşlığın da güzel yanları var. Etrafı daha iyi gözlemleyebiliyor insan. Toparlarsam Parkinson dışında yaşlılık hediyelerine razı olurdum. Özentim normal bir yaşlı olmak isteği…




Mesele diyorum küçük nüansları fark etmek. Anahtar bu! Şimdi  ben eskisi gibi yüzemiyorsam bile hala yazlıktayım. Mevsimi tabiatın içinde ormanda yaşıyorum. Denize bakarak balkonda işlerimi yapıyorum. Denizin balığından, ormanın mantarından, kestanesinden kocayemişinden, kızılcığından istifade ediyorum. Hava sıcak olduğu zaman hala denize girilebiliyor. Kışın da yapabileceklerimi programlayarak sosyal aktivitelerden hem çok hoşuma gideni hem yapabileceğimi seçeceğim. Önemli olan puzzleda doğru parçayı doğru yere yerleştirmek!

19 Ekim 2016 Çarşamba

Bay P.'ye fiyonk taksam da.....

Zaman ilerledikçe önceden bilme program yapma durumları daha bir önem kazanmaya başladı. Malum yeni gelin misali hazırlıksız yakalanmak istemiyorum. Bunu da sanırım biraz açmam gerekiyor. Her ne kadar  Bay P. ile aramda seviyeli bir mesafe tutmak için kendimi paralayıp, cansiperane(-a nın   üzerinde  şapka olmalı) mücadele etsem de Bay P. sinsi adımlarıyla ama yavaş ama hızlı ilerliyor. Bu sebepten yapılacakları önceden bilip, ona göre hazırlanmam gerekiyor. Şu noktada hayatımda sürprizlere ve radikal kararlara yer yok. Herşey açık net ve programlı olmalı çünkü hazırlıksız yakalanmak istemiyorum.

Yeni gelin çılgınlığı denilen modaya göre -pat diye oluşan(hazırlıksız yakalanma) durumlarında yaptıkları süslemelerle göz boyama yoluna kaçıyorlar(!). Fiyonklu  çokoprens, dantel ve kurdeleleli zeytin, peynirler amaca uymuyorsa da göz boyuyor. Benim ise hazırlıksız  yakalandığım zaman bozulan moralimi ne Bay P.'ye takacağım fiyonk nede en şatafatlı dantel değiştiremiyor. Bozulan moral kaybolan enerji demek. Havası giden balona dönüyorum. Bitap düşüyorum. Sonuç olarak Bay P.nin nefesi ensemde.

Kendimi iyi hissetmem ve mücadeleme devam etmem için Bay P.'ye hazırlıksız yakalanmamak adına dantelli giyinip, kurdele takmaya mı başlasam? (!)

10 Ekim 2016 Pazartesi

Kurbağa fil yer mi?

Eskiden  düşündüklerimi programlar ve kendimce sıraya koyarak uygulamaya geçerdim. Araba kullanıyordum. Rahatça kimseye bulaşmadan işlerimi hallederdim. Şimdi şartlar çok farklı!

Yalnız dolaşamıyorum. Araba kullanamıyorum. Daha doğrusu kullanırım ama hem kendimi hem trafikteki başkalarını olası bir kramp veya tepki yavaşlığı yüzünden tehlikeye sokmamak adına kullanmamamın mantığıyla kullanmıyorum. O yüzden birinin beni götürmesi gerekiyor bir yere gideceğim zaman. Düşündüklerimi hayata geçirmekte zorlanıyorum. Bu noktada en çok yardımcıma yaslanıyorum. Bugün yaptığımın yarın garantisi olmadığı için yapabildiğim herşeyi kendim yapmaya çalışıyorum. Yapamadıklarım moralimi bozup, özgüvenimi sarsıyor. Bir önceki gün düşünmüş olduğum ertesi sabah kalktığım moda göre yapılabilir veya değiştirilecek oluyor. Sıralama doğaçlama gerçekleşiyor yani.

O doğaçlamanın da kısıtlamaları var haliyle. Doktorum ve terapistim ısrarla bir elimin hep boş olması gerektiğini söyledi. Yani çift el torba, çanta taşımak yok. Çabuk yorulmam da cabası. Daha düşünürken yorulup, vazgeçtiğim şeyler oluyor. Birkaç seçenek olursa da kararsız kalıyorum. En ufak "terslik" emaresinde moralim bozuluyor. Moralim bozulunca dikkat denen bir şey kalmıyor. En rahat, en bildiğim şeyi yapamaz hale geliyorum. Çok sinir bozucu!!!



Düşüncelerim arasında uygulamak istediklerim olursa erteleye erteleye çıkmama noktasına da gelmeye başladım. Çünkü! Evden çıkmayı sevmez hale geldim. Kendi kendime ileride belki bu günleri arar, pişman olurum da diyorum. Mantığım çalışıyor yani (!). Kaldı ki hayat zaten insana her düşündüğünü gerçekleştirme fırsatı vermiyor....

Ama deniyorum! Kurbağa da fili yiyebilip, yiyemeyeceğini denemeden göremezdi değil mi?



26 Eylül 2016 Pazartesi

Duygular ve sözler.....

Hepimiz gün içinde bir sürü ifade kalıpları kullanırız. Bu kalıpları bilmeden kullandığımı şaşırarak fark ettim. Hangi sözcüklerin hangi duyguları yansıttığı farkındalığını sanırım yıllar içinde kaybediyoruz. Derken kullandığımız kalıpların hissettiğimiz şeyler olduğunu sanar hale geliyoruz. En azından bende öyleymiş. Bay P.'den beri en çok kullandığım kalıplardan biri "kendimi yanlış vücuttaymış gibi hissediyorum". Halbuki öyle bir his olabilir mi? Doğduğumuz andan itibaren sevinç, üzüntü, öfke, şaşkınlık, heyecan gibi duygularla büyüyoruz. Hiç yanlış vücut hissi diye bir his tanımlamıyoruz. Bunu diyince aslında ne hissediyorum şimdi? Şaşkınlık ve güvensizlik biraz da üzüntü hissediyorum.

Kendim kadar yanımda olanların da sözleri ve duyguları arasında bağlantı kurabilmesi benim için önemli. Önemli olmasının sebebi de sağlıklı iletişim kurabilmek için esas duygularla söylenenin arkasında saklı olanı ayırt edebilme ihtiyacı hissetmem. Eve geldiği zaman eşimin kızgın olduğunu ters ve yüksek sesli konuşmasından fark ettiğim zamanlar oluyor. Bu gibi durumlarda ben de aynı şekilde cevap veriyorum. Ardından da kendimi ifade etmek adına ona "bana kendimi değersiz hissettiriyorsun" gibi şeyler söyleyip, işleri daha da kızıştırabiliyorum. Böylelikle birbirimize kızgın olduğumuzu söyleyip, kendi köşemize çekilmek yerine birazcık kedi köpek oluyoruz. Bunu sanırım yaşamayan yoktur... Sevinçli olduğumuz zaman  da ikimizin de ses tonu cıvıl cıvıl, yüzümüzde tebessüm ve başka insanlara açık şekilde, davetkar konuşuruz. İkimiz de bugün keyfim pek bir yerinde gibi bir ifade kullanma ihtiyacı hissetmeyiz. Bu sefer de "iyi hissettiriyor" ifadesine kaçıyorum. Bu ifade de yine sanki başkası benim yerime hissediyormuş gibi geliyor kulağa.

Ama...

herhalükarda konuşurken ifade kalıplarına fazla dayanıp, duygularımı direk olarak ifade etmiyorum. Sanki duygunun kendisini dile getirmek beni daha güçsüz ve gülünç duruma düşürecekmiş korkusu yaşıyorum. İleride Bay P. zorluklarımın arasına cümlelerimi doğru kuramama, kelime bulmada zorlanma da katarsa bu kadar komplike konuşmam işleri iyice karıştırır. Bu yüzden kalıplara veda etmem doğru olur diye düşünüyorum...tabi bunu düşünmek başka bunu hayata geçirmek bambaşka...


Çok sevdiğim bir karikatürü yeniden paylaşıyorum...





21 Eylül 2016 Çarşamba

Sallanıp bakılmak...



Bir süredir yazmıyorum. Yazamıyorum demek daha doğru. Yazmadığım için özür dilemek geliyor içimden ama düzenli yazacağım sözünü vermemiştim. Zaman zaman böyle sebepsiz kopukluklar olabilir ama her seferinde yeniden yazmaya başlamayı hiç olmazsa deneyeceğim...


Daha çok resim yapıyorum bu aralar. Her zaman her şeyi aynı iyilikte yapamıyorum. Sebepsiz  yada sebebini bilemediğim ağırlıklar altındayım. Bazı zamanlar ağırlıkların altında eziliyor gibi hissediyorum fakat sebebini adlandıramadığımdan karabasan gibi diyip geçiyorum. Her zaman olduğu gibi bu zamanlarda da iç dünyamı dışarı yansıtmamaya gayret ediyorum. Sonra ara ara düşünüyorum ki zaten kimsenin fark ettiği yok, herkes kendi hayatıyla meşgul. Olması gereken de bu değil mi?



Halimden hiç memnun değilim! Ödevlerimi yapamıyorum çünkü odaklanamıyorum. Yaptıklarımı beğenmiyorum. Terapistime söyleyince, resimlerimin çok güzel olduğunu söylüyor. Yazı denemelerim için de konu olarak olduğunu ama cümlelerimi biraz toparlamamız gerektiğini söylüyor. Kendimi kötü hissettiğim günlerde cümlelerim uzuyormuş. Tekrarlarım da yine daha çok oluyormuş. Ben fark etmiyorum. Bunu fark etmeyişimi hastalığın ilerlemesine verdiğim zamanlar oluyor. 



Nedense(!) -hep söylüyor doktorum ve terapistim moralin belirtileri ne kadar etkilediğini- sonra keyfimin yerinde olduğu günler bunlar azalıyor, “normale” dönüyorum. Yani aslında Bay P.’nin burada çok bir suçu yok...




İçim bana iyi ve güzel şeyler söylemediği için  ona  biraz dargınım. Birkaç gün evvel yardımcımın desteği ve ısrarıyla denize girdim. Enerjimin sonuna gelene kadar zorla hırsla yüzdüm, yüzdüm, yüzdüm. Sahilden bayağı uzaklaştığımı fark ederek panikledim. Bay P.’den önce bunlar rutin yaptığım şeylerdi. Hastalandıktan sonra bir yaz hiç yüzEmedim. Yüzmedim değil! YüzEmedim. Korkunç bir şeydi. Ağlayarak denizden çıktığım zamanları hatırlıyorum. Sonra doktorumun  sihirli eli sayesinde ilaç dozlarım ayarlandı. Tekrar yüzmeye başladım. Şimdilerde ise kıyıya paralel yüzmem tavsiye edildi. Sık girebilen kramplarıma karşı. Denizde yatarak biraz dinlendim. Yavaş yavaş yüzerek kıyıya ulaştım. Ayağım yere bastığı anda sendeledim. Yardımcım beni havada kaptı. Başım döndü. Sonra üşümeye başladım. Hava  güzeldi. Deniz dibi görünecek kadar duru, temiz, ılık ve çarşaf gibiydi. Yüzerken onunla bütünleştiğimi  hissettim. Sanki beni içine çekmiş gibiydi. Arkama bakmadan hep ileri ileri yüzdüm. Yorulduğum, kesildiğim anda  geri dönmeye karar verdim. Ben bir kez daha yüzdüm!!!!



30 Ağustos 2016 Salı

Benden komando olmaz!

Yaşım itibarıyla gençlik yıllarımı geride bırakmaya başladığımı farkındayım. Herkes gibi ben de hatalar yaptım. Bu hataların  en önemlisi bence yaşam felsefemi yanlış temel üzerine oturtmam oldu. Yıllar içinde bu temelin üzerine katlar çıktım. Hastalanınca bina çöktü. Ben de altında kaldım.

Nerede hata yaptım diye düşünürken şunu fark ettim. Hayatımın içinde ben yoktum. Eşim vardı. Çocuklarım vardı. Eşimin ailesi vardı. Benim ailem vardı. Konu komşu, arkadaşlar olması gereken veya gerekmeyen herkes vardı. Bir ben yoktum. Mutluluğum herkesin mutlu olmasına bağlıydı. Öncelik  eşime ve çocuklarıma ait olmakla birlikte  etraf, içinde yaşadığım toplum(elalem) ne der sorusu da başlı başına önemli  bir  konuydu.

Sonuçta ne oldu? Kendi hayatımın içinde olmayan ben adanmış hayatın içinde kayboldum. Kimseyi mutlu edemedim. Yoruldum, sıkıldım, usandım. Yıllar böyle geçti.



Yalnızca adanmış hayat değil, benim kendi hayatım da var. Yaşayan her canlı gibi ihtiyaçlarım var. Ben değerliyim. Benim mutluluğum da herkesinki kadar önemli. Ben kendimi ve değerimi bilirsem, iyi ve mutlu olursam başkalarına daha sağlıklı  yardım edebilirim. Aile her zaman önemli fakat elalemin ne dediği aslında pek de önemli değil!

Bütün bunları yazıyorum ama henüz söylediklerime tam olarak kendim de inanamıyorum. Bunca yılın getirmiş olduğu alışkanlıklar sürekli aradan fırlıyor. Yoruldum, usandımların arkasından değerim olsa diyesim geliyor. Hala iki olumsuz bir olumlu yapıyormuş gibi hareket ediyorum. Halbuki tek olumlu olsa, ben değerliyim ve benim yerim de herkes kadar önemli derken kendim de gerçekten inansam hayata daha farklı bakabilirim....


Hadi bakalım, gazamız mübarek olsun!

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Öfke kontrolü

Yazımın konusu bu olunca nasıl başlayacağımı bilemedim. Acaba öfkelenmemi mi beklesem? Bence bu biraz tavuk mu yumurtadan, yumurtamı  tavuktan çıkar karmaşasına benziyor.   Öfkemi kontrol edemiyorum.

Öfkelenmek insanın sınırlarının ihlal gösteriyor benim için. Konunun bildiğim tarafından başlıyorum. Kendimden örneklemeler yapmak istiyorum. Öfkelendiğim gözüm bir şey görmüyor. Kendimi kızgın boğa gibi hissetmeye başlıyorum.  Buz gibi terliyorum.Önce sararıyorum sonra kızarıyorum. Kalbim deli gibi atıyor. Nabzım kafamın içinde atmaya başlıyor. Boğazımı bir yumru tıkıyor. Aldığım nefes yetmiyor. Bu noktada öfkelendiğimi anlayıp, bütün gücümle susmaya çalışıyorum. Susmayı beceremezsem verdiğim cevap karşımdakine kendimi savunuyormuşum hissiyatını veriyor.
Bunu düşünerek yapmıyorum. Kendiliğinden ağzımdan çıkıveriyor. Sınır ihlali yapıldığında kendini savunmaktan daha doğal ne olabilir? Ben eskiden kendimi savunmazdım. Herhangi başka bir tepkiye yol açmamak için sessizce oturur fırtınanın geçmesini beklerdim. Son yıllarda hem yaşın hem yaşanmışlıkların vermiş olduğu deneyimle sınırlarımı tanımaya başladım. Elbette ki yeni tanımış olduğum sınırlarımı savunacağım.

Sonuçta söylediğim lafın ardından karşımdaki beni bir daha suçladığı için hem suçlu hem daha da öfkeli olarak kalıyorum.

Sınırlarımı kabataslak  toparlarsam anlaşılmamak, ironi, müstehzi ifade, empati yapamamak, fikirlerimin ve yaptıklarımın değersizleştirilmesi, sürekli müdahale edilmesi diyebilirim.




Pratiğe dönersek deli dana durumuna gelmeden konuşmanın gittiği tarafı anlayınca “Ben bu konuşma konusundan/şeklinden rahatsız oluyorum. Lütfen konuşmayı bitirelim.” demek yeterliymiş. Oh! rahatladım. Bu kadar basitmiş.

Sıra geldi uygulamaya bakalım.

23 Ağustos 2016 Salı

100. yazım


Milliyette gördüm. Hem çok hoşuma gitti hem de sıklıkla Erdil Yaşaroğlu karikatürleri kullandığım için ona da her ne kadar varlığımdan haberdar olmasa da bir nevi teşekkür etmek istedim muhteşem karikatürleri için.

"Gündeme biraz ara verip Erdil Yaşaroğlu karikatürleriyle gülmek ister misiniz? Erdil Yaşaroğlu karikatürleri deyince akla gelen en komik çizimleri sizler için bir araya topladık. İşte gülmeniz, kafa dağıtmanız ve paylaşmanız için derlediğimiz Erdil Yaşaroğlu karikatürleri..."


http://www.milliyet.com.tr/en-komik-erdil-yasaroglu-pembenar-detay-yasam-2221852/

Tam dayaklık olduğumu biliyorum ama hayat böyle..

100. yazımız kutlu olsun!



22 Ağustos 2016 Pazartesi

Sonbahara doğru

Yazın son demleri diye düşündüğüm şu günlerde serin sonbahar hayallerini kurmaya başladım. Eskiden 15 Ağustos'tan sonra hava sonbahara döner denirdi. Değişen herşey gibi mevsimler de değişti. Sanki ara mevsimler kalkıyor.. Ben ilkokuldayken sınıf dergisi alırdık. Orada mevsimler öyle güzel anlatılırdı ki. Sonbaharı anımsatan resim gözümün önüne geldi. Yanaklarını şişirip bütün gücüyle üfleyip, daldaki son yaprağı düşüren rüzgar ve yolda yürüyen şemsiyeli yağmurluklu insanlar vardı reaimde. Şimdinin sonbaharında ben önce üşütmeyecek güneşli serin bir hava, kahverenginin, kızılın, sarının tüm tonlarını içeren ağaçlar, yağmur, rüzgar, dökülen yapraklar hayal ediyorum. Romantizmin gölgesinde tablo gibi ormanlarda yürüyüşler şömine karşısında birleşen eller, okunan şiirler derken duruyorum.

Hayallerim uçmaya başladı galiba. Artık filmlerde bile bu kadar romantizm kalmadı. Yazıya bu başlığı koyarken yapmak istediklerimden bahsetmek istemiştim.

Sonbaharda orman içinde kaplıcaya gidip, bir kür kaplıca artı masaj almak hoş olur. Sabah erken kalkıp yarım saat orman içi yürüyüş (kendi hızımla). Sonra hafif kahvaltı ve akşamüstüne kadar kafamı dinlemek. Saat 5'te pilates artı masaj olmak güzel olur. Programı hemen yapıverdim. Hayal edince her şey çok kolay. Gerçekleşse kaçta kaçını gerçekleştiririm/ gerçekleştirebilirim bilmiyorum. Yine yapmak istediğim bir başka şey de diyetisyene gitmek. Buna ek olarak da parkta yürüyüş ve haftada üç gün evde hoca ile pilateste yapmak isterim. Bu şekilde kendime daha iyi bakıp, dengeli beslenme ve hareketlenmeyi hedefliyorum.




Emellerimin ölçülü ve yapılabilir olduğunu düşünüyorum. Fizik tedavininde Parkinson tedavisinde faydalı olduğunu duymuştum. Masaj yada fizik tedaviyi programıma ekleyebilirim. Bu istediklerimden ne kadarını zapsam kardır. Bana moral ve motivasyo olarak dönecek diye düşünüyorum. Senden korkmuyorum Bay P.! Beni duyuyor musun?!

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Bir düğün davetiyesi başıma neler açar?

Tanı konulduktan  sonra hayatımın sona ereceğini düşünmüştüm. Gerçek anlamda! Ölmedim. Fakat adaptasyon dönemi beni o kadar zorladı ki; eski benden sanki yeni bir ben yaratıyormuşum gibi. Dikilmiş bir elbiseyi söküp, yeniden yaratmak gibi... Şunu itiraf edebilirim ki; yeni ben daha tamamlanmadı. Mehter yürüyüşü gibi  iki ileri bir geriyle bir yere varılmıyor. Bugün kazanım olarak gördüğüm şeyin yerinde yarın yeller esiyor.

Daha önce yapmadığım bir sürü şeyi yapmaya çalışıyorum. Resim, şiir, yazı, hikaye denemeleri…Terapistimin motive etmesi ve gel-geç gönüllü ilhamı yakalayabilmem kaydıyla…


Örnekleyecek olursam: Bir düğün davetiyesi başıma neler açar?



Durum:  Dostlarımızdan düğün davetiyesi almış olmak

Pozitif bakış açısı  
  • ·       Hatırlanmış olmak:  güzel
  • ·       Çocukların evlenecek yaşa gelmiş olması: mutluluk verici
  • ·       Düğünde eşi, dostu, arkadaşları görmek: sevindirici
  • ·       Kaldığımız süre boyunca hoş vakit geçirmek: eğlenmiş olmak

Negatif bakış açısı
  • ·       Hatırlanmanın güzelliğini kapatan sorunlar dizisi: iç sıkıcı
  • ·       Gitme mecburiyetinde olmak: kısıtlayıcı
  • ·       Kıyafet sorunu: endişe
  • ·       Yemek sorunu: endişe
  • ·       Ayakkabı sorunu: endişe
  • ·       Orada oturup, harekete eşlik edememek: mutsuzluk
  • ·       Kaldığımız süre boyunca etrafımıza belli etmemeye çalışmak: sıkıntı

Nereden nereye geldiğimi  anlatmaya çalıştım. Yapamadıklarımın yerine mutlaka bir şey koyuyorum. Bunların içinde hastalanınca kaybettiğimi düşündüğüm özgüvenimi kazanma çabam da var. Yapabildiklerimde tutarlılık sağlayamamak özgüven diye bir şey bırakmadı.

Bir şeyler ortaya çıkardığım zaman ve çıkan şeyi beğendiğim zaman moralim  düzeliyor. Kendimi iyi ve güçlenmiş hissediyorum. Yaptığım şeyler genelde masabaşı diye tabir edilen şeyler. Evden  çıkmıyorum  desem de bütün günüm balkon ve bahçede geçiyor. Malum yazlığın nimetleri… 

Gerçi bu çılgın sıcaklarda başka ne yapılabilir? Bilmiyorum.

2 Ağustos 2016 Salı

Resim terapisi

Lise yıllarımda müzik bölümündeydim. Resimle pek ilgim olmadı. Şimdilerde ilgileniyorum. Sığınıyorum adeta.Teknik, usul bilmiyorum.  Önce karakalem çalıştım. Buna ben bakarak resmetme diyebilirim. Sonra boyamaya geçtim. Birara  Bauhaus’dan çizilmiş tuvallerden alıyordum. Şimdi internetten step by step resim yaptıran videolar bulup, onlardan yararlanıyorum. Mesela kuşlu bir resim yapmaya çalışırken serçe yerine karga, tavuskuşu yerine papağan yapabiliyorum. Benim için fark etmez nasıl olsa hepsi kuş değil mi? Bu aralar boş tuvali boyarken konu oluşturmaya çalışıyorum. Amaçlayıp, başladığım resimle sonunda ortaya çıkan resim genelde farklı oluyor. Bunlar benim için hiç önemli değil çünkü ben resimle boyalarla uğraşırken eğleniyorum, özgürleşiyorum.  İyi vakit geçiriyorum. İç dünyamı tuvalime aktarıyorum. O andaki  duygularımı renklere döküyorum. Rahatlıyorum. Oyalanıyorum. Kendi renkli dünyamda mutlu oluyorum. Kimseden yardım istemem gerekmiyor!



Bunları terapistime anlattım. O da “Dünyanın her yerinde nörolojik hastalıkların rehabilitasyon dahilinde sanat terapisinden faydalanır.” diyerek beni resime doğru yönlendirme sebebini açıklamış oldu. Yine ondan edindiğim bilgilere göre şu sıra Amerika’da “Zentangle “ modası varmış. Terapi niteliği taşıyan bu modada bardak altlığı boyutunda kağıtların üzerine içinizden geçen herhangi bir deseni çiziyorsunuz.


Bu söylediklerini dinledikten sonra ben de ne zaman gittiğimizi hatırlamadığım Edirne gezisinde dolaşırken gördüğümüz şifahane denilen yeri hatırladım. Orada verilen bilgiye göre Osmanlı  zamanında bu şifahanelerde  nöropsikiyatrik hastalığı olanları su sesiyle tedavi ediyorlarmış. Öğrenmenin yaşı yok derlerdi. Doğruymuş.

29 Temmuz 2016 Cuma

Altın Kafes

Yazılmış bir hayat çizelgesi olduğuna inanırım. İnsan başına neler geleceğini bilemiyor. Patlayan savaş Suriye’lileri evlerinden yurtlarından etti. Bu insanların işleri, programları, hayalleri ve yaşam standartları vardı. Kendi yaşam tarzları vardı. Ölüm yağdıran bombalar atılmaya başlayınca her şeylerini bırakarak ülkelerini terk ettiler. Büyük bir kısmı Türkiye’ye sığınan bu insanlar daha önceden bu durumlara düşeceklerini nereden bilebilirlerdi?

Bir yerde onların yaşadıklarıyla kendi yaşamım arasında benzerlikler buluyorum... Elbette kıyaslamıyorum fakat düşününce benim de yaşadığım bir tür savaş. Vücudum kendi kendini bombalıyor. Tıpkı savaş anında olduğu gibi benim de haklarım gün gün elimden alınıyor. Sağlıklı iken kolayca yapabildiğim bir sürü şeyi geri alamayacağım şekilde kaybettim.  Ayrıca elimde kalanları korumak adına da sürekli çaba göstermek zorundayım. Çaba gösterebilmek için bir gayem olmalı.  Her zaman söylerim insanlar bir şeyler yaptıkları oranda var olurlar. Suriye’liler korkunç savaş ortamından çıkıp geldikleri yerde yerini bulamamış durumda. Geride bıraktıkları yaşantıları zaman biteceği belli olmayan bir savaşın gölgesindeyken, yeni bir yaşam kurabilecekleri düşüncesine çoğu imkan veremiyor ve farkına varamıyorlar diye tahmin ediyorum. Yine burada kendimle bir benzerlik buluyorum. İlk tanıyı aldığımda herşeyin bittiğini ve hayatın buradan sonra sadece yokuş aşağı gidebileceğini düşünmüştüm. Öyle olmadı. Yönlendirmelerle neler yapabileceğim hakkında fikir sahibi oldum. Deneye yanıla kendime yeni gayelerle bir düzen kurdum. Eski düzenim mi? Hayır, değil. Eski düzenimi geri ister miyim? Kazandıklarımı tutabiliyor olsam isterim. Fakat işler böyle yürümüyor. Yeni başlangıçlar her yaşta yapılabiliyor.


Ataların dedikleri bu devirde de geçerli ise “Bülbülü  altın kafese koymuşlar -Aah Vatanım!”   demiş. 


26 Temmuz 2016 Salı

Sanal baskı

Yakın çevrem dışındakileri fazla önemsemezdim. Yine de toplum içinde uçlarda bulunmayı sevmezdim. Hastalandıktan sonra sanki önem sıram değişti.

Şimdi herhangi bir yerde, zamanda karşılaştığım tanımadığım insanlardan oluşan çevreye kendimce çerçeve diyorum. Herkes bana bakıyormuş, bana acıyormuş, beni eleştiriyormuş gibi geliyor.
Böyle hissetmek de beni geriyor. Toplum içinde varlığımı, tarzımı, çizgimi ve kişiliğimi korumak istiyorum. Bunlardan ödün vermek istemiyorum!


Yürürken sarsak, dengesiz ve fark edilecek kadar yavaş yürüdüğümü ben de biliyorum. Bunu fark etmek için profesör olmak gerekmiyor. Ama herkesin beni fark etmesi beni kasıyor, zorluyor ve yoruyor. Hem bedenen, hem ruhen... Aslında yaşadığımız metropollerde herkes bir koşuşturma içinde. Kimsenin kimseye baktığı yok. Şehirlerin karmaşası içinde insanlar bakıyorlar ama görmüyorlar. Bakar kör olmuşuz. Bunları biliyor olmak da rahatlatmıyor maalesef… Hakiki çerçevenin sanal baskısını dışarıdaki her hareketimde üstümde hissediyorum.



Artık şık değil kesinlikle rahat giysiler tercihim. Şık olmayı gerektiren resepsiyon, kokteyl, nişan, düğün gibi yerlerde davet aldığım zamandan bitene kadar içim içimi yiyor. Aslında mutlulukların paylaşıldığı zaman arttığına üzüntülerin ise paylaşıldığı zaman azaldığına inananlardanım. Eş dost çevresiyle beraber olduğum zaman ayakta durabildiğim süre içinde beni görmeye alışık oldukları çizgide görmelerini sağlamaya çalışıyorum. Bu davranışım belki de yanlış ama şimdilik kendimi böyle davranarak iyi hissediyorum. Gittiğimiz yerdeki sorun demeti tad alamamak, kolay yenebilecek tarzda yemek seçmeye çalışmak (ki her zaman seçenek olmuyor), salatayı hiç almamak, sol elimin güçsüzlüğü, çabuk bitirmek adına yanağımı şişirip, büyük lokmalarla yemeğimi bitirmek yada yemeğin yarısını bırakmakla bitmiyor liste giderek uzuyor.

Ben hasta olmadan önce yolda, sokakta, parkta herhangi bir şekilde engelli veya farklı olan hasta birine rastladığım zaman yardım edilecek durum arar ve yardım ederdim. Karşılaşınca da gözgöze gelmeden veya bakmıyormuş gibi yaparak geçerdim. Sanki gözgöze gelirsek onları rencide edip, üzermişim gibi gelirdi ve yürekten üzülürdüm. Şimdi ben yardım edilmesi gereken durumdayım. Belki de bir zamanlar böyle düşünmüş olmam bugün böyle hissetmemin sebebidir...

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Ağrı ve yorgunlu

Biliyorsunuz Michael J. Fox da bizden biri… Takip etmeye çalıştığım Michael J.  Fox’un websitesi yazılarında ağrı ve yorgunluk konusuna dikkat çekildiğini görünce ben de bu konuda bir şeyler yazabileceğimi düşündüm. 

Ağrılar belirdiklerinden bu yana değişik yer ve zamanlarda çıkıp, kaybolup tekrar ortaya çıkıyor. Fakat yorgunluk hayatıma girdiği günden beri kaybolmaya tenezzül bile etmiyor az yada çok seçenekleriyle hep arka fonda kendini hissettirir.

Yorgunluğuma yorum yapmak istemiyorum. Sabah yorgun uyanıyorum. Ruhsal ve bedensel olarak yorgunum. Ruhsal olarak sıkça bahsettiğim ebedi isteksizlik hali mevcut. Bedensel yorgunluğum ise yatma, dinlenmeyle geçmeyen bir bitkinlik ve güçsüzlük hali. Diyebilirim ki annemden yorgun doğmuşçasına ezelden ebede yorgunum.


Hastalığımın ilk zamanlarında korkunç sırt ağrılarım vardı. O zamanlar terapiye yalnız gidip, geliyordum. Ağrıdan ne vapurda, ne otobüste, ne takside rahat edemiyordum. Sonra sırt ağrılarım geçmediyse de azaldı. Gündemime kramplar geldi. Ne zaman, nerede ve nereme gireceği belli olmayan hain acımasız kramplar. Gece uyandıran yatakta bir taraftan öteki tarafa döndürmeyen kramplar. Kramplara ara ara elimde ve parmaklarımda oluşan kasılmalar da eşlik etti.



Bunları kabul etmemek için çok uğraştım!

Şimdilerde ise sol kolumun dirsekten aşağısı gerçekten ağrılı. Sol el orta parmağım çok hassas. Parmağımı oynattığım zaman elimin üstü,  kolumun iç tarafı uyuşarak “ay,-ay” dedirtecek kadar ağrıyor. Sanki damar damar üstüne binmiş gibi.

Her sabah yeni bir güne kalkarken bugün neremde neler hissedeceğim sorusu aklımda yankılanıyor. Vücudum üstüne profesörlüğümü yapıyorum. Hangi tip ağrı geçici, hangisi kalıcı, hangisi hastalığımın ilerlediğine işaret ediyor ayırt edebilmeye başladım. Yani bütün bu ağrı sızı içerisinde bulabileceğim pozitif tek bir şey var ise o da vücut farkındalığımın her geçen gün artması olur sanırım.


15 Temmuz 2016 Cuma

Fitness lazım

Bayram bitti ama bulunduğumuz yerin kalabalığı ve gürültüsü eksilmedi. Oturduğumuz balkonda fonda okullardaki teneffüs saatini anımsatan bir uğultu var. Bizim evde ise Güneş'imin varlığı bayram havasını devam ettiriyor. Sabah en önce ben kalkıyorum. Daha sonra Güneş annesiyle balkona yanıma geliyor. Sabahları daha neşeli olan canparemi kucağıma aldığım zaman yaşadığım mutluluğu anlatmaya kelimeler yetmez. Canlandığımı hissediyorum. Hastalanmamışım gibi elimin titremesi bile duruyor. Onunla oynuyoruz. Gülücükler atıyor. Sol kolum dirseğimden bileğime kadar sert ve ağrılı olmasına rağmen dayanıp, onu kucağıma alabiliyorum. Zorlanınca da ya oturuyorum yada annesine geri veriyorum. Mutlu olduğum zamanlar torunlarıma, evlatlarıma sarıldığım  ve onlarla olduğu. zaman yani belirli zamanlar.

Bu arada aileme bir söz verdim. Parkinsonda doktorlarımızın da söylediği gibi hareket etmek çok önemli. Ben bu konuda bir hayli dertliyim. Kelimeleri süslemeye duygularımı saklamaya çalışmıyorum. Salt bir şekilde sıkıldığımı söylemek istiyorum. Benim içinde bulunduğum çember daralırken, içimin de daralması ve içimden hareket etmek gelmemesi normal sanırım. İçimde derinlerde tuhaf bir bulantı hissi var. Ruhum yorgun. Bedenim yorgun. Yaşama ve benden beklenenlere uyamıyormuşum gibi çoğu anım.



Fakat dediğim gibi aileme söz verdim. Şimdi her gün yüzeceğim. Sayısını arttırarak hergün yürüyeceğim. Başkaları dışarıdan kontrol edermiş gibi arayıp, sorduğunda da yetersizlik hissi ve kontrolsüzlük hissi içine girdiğim için kendi kendime takip edebileceğim bir sistem de deneyeceğim. Gençlerin spor yaparken taktığı ve birbiriyle kim daha çok adım atıyor yarışına girdiğini duydum. Ben de kendime o saatlerden birini alacağım. Baktım. Sanırım Garmin'in vivofit yada vivosmart hr'ını alacağım. Aralarındaki önemli fark birinin kalp atışlarını da takip ediyor olması. Kararı herhalde son anda veririm. Bakalım yeni deneyim nasıl gidecek.



12 Temmuz 2016 Salı

Bumerang

Yaz bu sene bumerang gibi gidip gelirken denize girmeyi ertelemek zor olmadı. Şimdi kendimi kısmen daha iyi hissetsem de aşırı duygusalım sanırım kalıcı olacak. Takvim itibarıyle yazın bitmesine az zaman kaldığını fark ettim. Denize girmeye karar verdim. Konsantre oldum gücümü toparladım.  Eşimle evden çıktık. Yokuş inerken yaptığı yardım teklifini bile kabul etmedim. İnişle başedebiliyorum. Denize gireceğimiz yere gelince  oturup bir daha kendime olumlu telkinde bulunduktan sonra denize girdim ve yüzdüm zorlanmadan su yutmadan yüzdüm. Üstümden kocaman bir ağırlık kalktı sanki.  Meğer korku belası erteliyormuşum. Eşime iyi olduğumu beni yalnız bırakabileceğini söyledim.  O yüzmeye devam etti. Hasta olmadan önce denize girince bir saat birlikte yüzerdik. Artık ona eşlik edemiyorum. Yüzdüğümde hem çabuk yoruluyorum hem de girmek için bahaneye bakan kramplardan  korkuyorum. Yavaş yavaş, yalnız başıma denizden  çıktım, duşa giden merdivenleri de çıktım. Duşumu da alarak oturduğumuz masaya geldim. Ne kadar yorulduğumu anlatamam.

Biraz o kitabını okudu ben terapistimin yaz ödevi olarak verdiği oyun gibi olan çalışmayı yaptım.

Bana ödül gibi gelen dondurmalarımızı da yedikten sonra yola koyulduk. Dönüş yolundaki tercihimizi merdivenden yana kullandık.  Eşim beni merdivenlerde taşıdı.  O yardım etmese merdiveni çıkamazdım herhalde. Benim pilim bitmişken. Duracell tavşanı gibi bitmez bir enerjiyle eşim balığa çıktı.


1 Temmuz 2016 Cuma

Kader Kısmet


Havaalanındaki patlamaları duyunca ilk işim herkesin yaptığı gibi yakınlarımı ve tanıdıklarımı arayıp, sormak oldu. Yeni Türk selamı artık "merhaba" değil, "güvende misin?" veya "geçmiş olsun". Bayram geliyor diye sevinmek yerine eş, dost, ahbap hayatta mı endişesi içinde olmak bir hayli üzücü. Eskiden bayramlarda trafik canavarı vardı. Şimdi trafik canavarına bir de patlamalar eklendi. Keyifli çocukluk anılarımı paylaşmayı isterken bu buruklukla vazgeçtim. Fakat bayram yaklaşıyor ve zaten istenen bizim üzülüp, kutlamalrımızı arka plana atmamız olduğu için buna meydan vermek istemiyorum.




Çocukluğum şen anıları olmasa da bir bayram anımı paylaşacağım.

İstanbul'da yaşadığım ilk bayramı düşündüm. Eşimin yanımızda olmadığı o bayramı çocuklarımla geçirecektim. Onlara bayram için bir şeyler aldım. Kendi alışık olduğum bayramlara göre şeker ve çikolata aldım. Gelen çocuklara vermek üzere para bozdurdum. Arife günü dışarıda işim kalmadığı için evde bir şeyler yaptım. Bayram sabahı kalktım. Kahvaltıyı hazırladım. Çocuklarımı uyandırmaya kıyamadım. Salonuma bir göz attım. Vazomda taze çiçeklerim, kolonyam, iki ayrı şekerlikte çikolata ve lokumum derli toplu misafir kabulune hazırdım. Çocuklarla kahvaltımızı yaptık. Kendi aramızda bayramlaştık, şakalaştık. Çocuklarıma babalarının ve benim ayrı ayrı bayram harçlıklarını verdim. Kulağım kapı zilinde ama bir türlü çalmıyor. Bekledim, bekledim. Akşama kadar bir umutla bekledim. Kapı komşum dahil kimse gelmedi. Çocuklar  bana artık beklemememi söylediler. Ben yine de ikinci bayram öğlene kadar bekledim. Öğleden sonra çocuklarla evden çıktık. Asansörle bulunduğumuz kattan aşağı inince blok kapısına asılmış yazı dikkatimi çekti. Yazıda bayramlaşmanın  zemin katındaki sığınakta toplu olarak yapılacağı blok yönetimi tarafından bildiriliyordu.Yazıyı  okuyup, kapıdan çıkarken kendi kendime " Bayramlar ne hale geldi?" diye söylendim.